Total Pageviews
Thursday, December 31, 2009
Saturday, December 05, 2009
Size bi reçete yazayım...
10 kuruşa satılan ilacı 3 kuruşa alacağız ama, bunun karşılığında, 10 eczanenin 3’ü kapanacak, hangisini tercih edersinizEczaneler kapanır.
Çünkü, bırakın yıllardır mahallenizde “en faydalı komşu” bildiğiniz eczacının iflas etmesini, 3 kuruşluk şahsi menfaat için babasını bile satan bir toplum haline getirildik.
Hiç çevirme suratını...
Sana soruyorum:
Dünyanın en pahalı benzinini, dünyanın en pahalı elektriğini, dünyanın en pahalı doğalgazını kullanan, dünyanın en yüksek vergisini ödeyen ülke... Nasıl olur da, Avrupa’nın en ucuz ilacını kullanır?
Hiç merak etmiyor musun kardeşim, nereden gelir bu değirmenin suyu?
Avrupa’da 5 ülke seçiyorlar, o 5 ülkenin ilaç fiyatlarından yola çıkarak, bizim ilaçların fiyatını belirliyorlar. Ancak, ne sihirdir ne keramet, işte burada maharet...
Mesela, kalp ilacı... Bakıyor, en ucuz Portekiz’de, Portekiz’in fiyatını seçiyor. Romatizma ilacı, bakıyor, en ucuz Yunanistan’da, Yunanistan’ın fiyatını seçiyor. O romatizma ilacı, İspanya’da daha pahalıymış, ilgilenmiyor, işine neresi gelirse, orayı seçiyor
Mesela, Aspirin... Bakıyor, en ucuz Fransa’da, şak, Fransa’nın fiyatını seçiyor. Halbuki, Fransa eczacısını kolluyor, sübvanse ediyor, ciro düştüğünde Fransız eczacısı çökmüyor. Vatandaşının sağlığını düşünen Fransa, eczacısının da “vatandaş” olduğunu unutmuyor.
Üstelik...
Zurnanın asıl zırt dediği yer.
Dün yaşanan bir vaka...
Tansiyon hastasına ilaç yazmış doktor. Hasta, en yüksek risk grubunda, ilacın dozu en yüksek doz, raporunda yazıyor. Hasta eczaneye geliyor, sistemi açıyor eczacı, bakıyor, o ilacı alırsa hasta, 61 lira fark ödemek zorunda... Ödeyemiyor. Tekrar sistemi açıyor eczacı, en ucuz eşdeğerini tıklıyor. En ucuzu alırsa hasta, hiç fark ödemeyecek ama, o en ucuz ilaç, en düşük doz... Yani, hiç fark ödemeyecek ama, büyük ihtimalle yakında ölecek.
Ekmek var, 400 gram... Ekmek var, 100 gram... İkisi de ekmek mi?
Ekmek. Doy da göreyim!
Demem o ki...
Sen, ilaç fiyatları ucuzladığı için eczacının isyan ettiğini sanıyorsun ama, o eczacı, aslında senin için kavga veriyor, senin için çırpınıyor. Mecbur kalırsa, gözlük satacak, vitamin satacak, bi şekilde hayatını devam ettirecek elbet...
Sana şimdiden Allah rahmet eylesin.
(Hürriyet, 05 Aralik 2009 - Yılmaz ÖZDİL)
Çünkü, bırakın yıllardır mahallenizde “en faydalı komşu” bildiğiniz eczacının iflas etmesini, 3 kuruşluk şahsi menfaat için babasını bile satan bir toplum haline getirildik.
Hiç çevirme suratını...
Sana soruyorum:
Dünyanın en pahalı benzinini, dünyanın en pahalı elektriğini, dünyanın en pahalı doğalgazını kullanan, dünyanın en yüksek vergisini ödeyen ülke... Nasıl olur da, Avrupa’nın en ucuz ilacını kullanır?
Hiç merak etmiyor musun kardeşim, nereden gelir bu değirmenin suyu?
Avrupa’da 5 ülke seçiyorlar, o 5 ülkenin ilaç fiyatlarından yola çıkarak, bizim ilaçların fiyatını belirliyorlar. Ancak, ne sihirdir ne keramet, işte burada maharet...
Mesela, kalp ilacı... Bakıyor, en ucuz Portekiz’de, Portekiz’in fiyatını seçiyor. Romatizma ilacı, bakıyor, en ucuz Yunanistan’da, Yunanistan’ın fiyatını seçiyor. O romatizma ilacı, İspanya’da daha pahalıymış, ilgilenmiyor, işine neresi gelirse, orayı seçiyor
Mesela, Aspirin... Bakıyor, en ucuz Fransa’da, şak, Fransa’nın fiyatını seçiyor. Halbuki, Fransa eczacısını kolluyor, sübvanse ediyor, ciro düştüğünde Fransız eczacısı çökmüyor. Vatandaşının sağlığını düşünen Fransa, eczacısının da “vatandaş” olduğunu unutmuyor.
Üstelik...
Zurnanın asıl zırt dediği yer.
Dün yaşanan bir vaka...
Tansiyon hastasına ilaç yazmış doktor. Hasta, en yüksek risk grubunda, ilacın dozu en yüksek doz, raporunda yazıyor. Hasta eczaneye geliyor, sistemi açıyor eczacı, bakıyor, o ilacı alırsa hasta, 61 lira fark ödemek zorunda... Ödeyemiyor. Tekrar sistemi açıyor eczacı, en ucuz eşdeğerini tıklıyor. En ucuzu alırsa hasta, hiç fark ödemeyecek ama, o en ucuz ilaç, en düşük doz... Yani, hiç fark ödemeyecek ama, büyük ihtimalle yakında ölecek.
Ekmek var, 400 gram... Ekmek var, 100 gram... İkisi de ekmek mi?
Ekmek. Doy da göreyim!
Demem o ki...
Sen, ilaç fiyatları ucuzladığı için eczacının isyan ettiğini sanıyorsun ama, o eczacı, aslında senin için kavga veriyor, senin için çırpınıyor. Mecbur kalırsa, gözlük satacak, vitamin satacak, bi şekilde hayatını devam ettirecek elbet...
Sana şimdiden Allah rahmet eylesin.
(Hürriyet, 05 Aralik 2009 - Yılmaz ÖZDİL)
Tuesday, December 01, 2009
Bilimin peşinden gitmeyi seç(ebil)mek
Yazar: Özlem Dinç
Alper Nakkaş’ın özgeçmişine bakarken, ilk aşamada biraz başı dönüyor insanın. Futbolcu olacakken askeri öğrenci, askeri pilot olmaya adayken mühendislik öğrencisi olduğunu, sonra hepsini bırakıp ekonomi okuduğunu görünce anlaşılıyor ki kendisi de bir dönem ne istediğini kestirememiş. Sonrasında ekonomik koşulların da zorlamasıyla bankacı olacakken, Alper cesaretini topladı ve akademisyen olmaya karar verdi. Kararsızlıklar, zorunluluklar, mücadeleler ve çetrefilli yol ayrımlarıyla geçen bu sürecin sonunda, Alper kalbinin sesini dinledi ve geçmişte daha çok bir hobi olarak gördüğü matematiği seçti. Şaşırtıcı değil mi? Şimdilerde teoremlerle, ispatlarla boğuşuyor ve vardığı bu noktadan çok memnun, çünkü sevdiği şeyi yapıyor. Ve bana diyor ki “Sanatın peşinden gitmeye karar verebilmek ne kadar güzel ve zor ise, bilimin peşinden gidebilmek de o kadar güzel ve zor”… Kariyerini bir kenara koyup bilimin peşinden gitmeye karar veren Alper’in ilginç hikayesini paylaşıyorum sizlerle.
###
Alper Nakkaş kimdir, eğitimi ve profesyonel geçmişi nedir?
1979 Ankara doğumluyum. İlköğretim’i Ankara’da okudum. Sonra liseye hayatımın akışını çok etkileyecek olan bir okula gittim: İzmir Maltepe Askeri Lisesi. Maltepe’yi bitirdiğimde iki seçenek vardı önümde. Hem Hava Harp Okulu sağlık ve uçuş testlerini başarıyla geçmiştim, hem de askeri öğrenci olarak Gazi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümüne gitmeye hak kazanmıştım. Pek kendi isteğimle olmasa da (askeriyede kişilerin tercihlerinin pek önemi olmayabiliyor bazen) mühendislik eğitimi almak için Ankara’ya gittim. Eğitimimin ikinci senesinde okuldan ve askeriyeden ayrıldım. Tekrar üniversite sınavına girip İstanbul’da Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat’ı okudum. Sonra Bilgi Üniversitesi’nde Ekonomi masteri yapıp doktoram için Amerika’da Vanderbilt University’e başladım. Şu an doktoramın son senesindeyim ve akademik araştırma yapmak üzere çalışma hayatıma başlamak üzereyim. Uzmanlık alanlarım ‘Game Theory’ (Oyun Teorisi) ve ‘Network Theory’ (tam olarak emin değilim Türkçe isminden ama sanırım Ağ Kuramı).
Çok çeşitli ve birbirlerinden çok uzak, ilgili olmayan dönüm noktaların olmuş, bunun sebebi neydi? Ne istediğini tam olarak bilmediğin için miydi? Zorunluluklar ve hayallerin çatışmasından bahsediyorsun, biraz açabilir misin?
Evet, biraz dolu dolu geçti sanırım benim çocukluk ve ergenlik yıllarım. Ne istediğimi çok iyi bildiğimi söyleyemem küçüklüğümden beri. Ama belki hayatım istemediğim şeyleri eleyerek geçti diyebilirim.
Küçüklüğümde aslında en çok yaptığım şey top oynamaktı. Ankara’da Gençlerbirligi’nin minik/yıldız takımında oynuyordum. Ortaokulu bitiren çoğu kişi gibi ben de ailemin isteğiyle her önüme gelen sınava girmiştim: Anadolu lisesi, fen lisesi, özel okullar, askeri liseler. Çoğu sınavda başarısızdım aslında. Sadece Maltepe Askeri Lisesi’ne girmeye hak kazandım. Finansal olarak çok da iyi bir durumda olmayan ailem için bulunmaz bir fırsattı bu. Doğal olarak beni belirsizliklerle dolu futbolcu geleceğinden çok, iş garantili olan askeriye hayatına göndermeyi daha uygun gördüler.
Askeri öğrencilik hayatı ergenlik için biçilmiş kaftan sayılmaz pek. Ruhunun en asabi olduğu ve hayata en çok kabadayılık yaptığın bir dönemde kayıtsız şartsız her söyleneni yerine getirmek bazen zor oluyor. Ama ben genelde iyimser bir insanım. Bu yüzden sanırım, lise yıllarımda hayatta ne yapabileceğimden çok elimde bulunan ortamda ne yapacağımı düşündüm hep. Lise biterken hem Hava Harp Okulu’na girmeye hak kazanmıştım hem de üniversite sınavını kazanarak askeriye adına sivil bir üniversite okumaya hak kazanmıştım. Askeri personel olmanın zorluklarından en önemlisi bence seçim hakkından yoksun olmak. Ben de yoksundum ve ben emir gereği Hava Harp Okulu yerine üniversiteye gitmek zorunda kaldım. Askeri öğrenciliğimde hep aklımı meşgul eden sorular bu dayatma seçimle beraber iyice su üstüne çıktı. “Ben ne yapıyorum?” dedim. Kararımı vermek biraz zaman aldı ama sonunda mali yükünü göz önüne alarak askeriyeden kendi isteğimle ayrıldım. Neden diye sorduklarında, cevabım hep aynıydı: “mutsuzdum”. Bu bana yeterli ama çoğu zaman etrafımdakilere pek de yeterli değildi.
Ne yapmak istediğimi bilmiyordum hala ama asker olmak istemediğimi biliyordum. Tekrar üniversite sınavına girip Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat’a başladım. Üniversite üçüncü sınıfta herkesi bir işe girme telaşı aldığında, ben de ne yapmak istediğimi düşünmeye başladım. İş hayatını hiç bir zaman çok sevememiştim. Ama akademik hayat çok çekici geliyordu bana hep ve o ortamda kalmak istedim. Marmara’yı ortalama bir öğrenci olarak bitirdikten sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi ekonomi masterına başladım. Masterın ilk senesinde şanssız bir şekilde önce annem kalp krizi geçirip by-pass ameliyatı oldu, daha sonra babam ani bir kalp krizi ile vefat etti. O zaman ailenin finansal durumunu düzeltebilmek için HSBC-Türkiye’nin araştırma bölümünde işe başladım. Bankacılığın bana göre olduğunu düşünmesem de yaptığım işten çok memnundum. O zamanki HSBC baş ekonomisti (Ahmet Akarlı) için araştırma asistanlığı yapıyordum. Çok eğlenceli bir iş ortamı idi. Ama ben o işin araştırma yanından daha çok hoşlanıyordum. O yüzden doktora yapmak için yurt dışındaki bir kaç okula başvurdum.
Yaklaşık altı ay sonra ABD’nin Vanderbilt Üniversitesi’nden ekonomi doktorası için kabul aldığımda bir yol ayrımındaydım yine. İyi bir yerde, iyi bir işte çalışırken herşeyi bırakıp gitmek mi yoksa iyi bir eğitim almak mı? Ben gitmeye çok kolay karar verdim. Sadece hayalim olduğu için değil ama aynı zamanda o hayali gerçekleştirebileceğimi bildiğim için.
Matematikçi olmak senin çocukluk hayalin miydi?
Matematikçi olmak çocukluk hayalimdi demek zor. Ama hep çok ilgiliydim. Küçüklüğümden bu yana matematik konusunda hep çok başarılı olmuştum ve hep çok sevmiştim. Simdi çocukluğumu düşündüğümde ilkokulda sayılarla ilgili bulmacalarla ve geometri sorularıyla uğraştığımı hatırlıyorum. İlkokul öğretmenimi matematik sorularımla çok terlettiğimi de. Lisede zevk olsun diye matematik olimpiyat sorularını çözdüğümü de. Genelde bir hobi gibi, eğlence olsun diye uğraşıyordum matematikle ve üniversite yıllarıma kadar hiç ideal mesleğim olarak düşünmemiştim. Zaten hala bir matematikçi miyim bilmiyorum. Ama araştırma yaptığım alanlar çok matematiksel olduğu için kendimi matematikçi olarak görüyorum. Ve hala matematiksel bulmacalar çözmekten çok hoşlanıyorum.
Çevren matematikçi olmana karşı mı çıkıyordu? Ailenin ve çevrenin senden belli bir doğrultuda beklentileri mi vardı?
Pek sayılmaz. Aslında matematik ağırlıklı bir meslek sahibi olup olmayacağım konusunda konuştuğumuz bile söylenemez. Sadece benim sayısal ağırlıklı derslerde başarılı olduğumu biliyorlardı. Ama bunu meslek olarak yapacağımı hiç düşünmüyorlardı sanırım. Benim iyi bir asker, iyi bir doktor veya iyi bir mühendis olabileceğimi düşünüyorlardı hep ve o yönlerde teşvik etmeye çalışıyorlardı.
Matematikçi oluşun nasıl oldu, nasıl bir süreçten geçtin? O zamanlar yaptığın şeye paralel olarak bir altyapı oluşturup kademeli bir geçiş mi yaptın yoksa pat diye her şeyi bırakıp mı bu işe giriştin?
Üniversite üçüncü sınıfta idim karar verdiğimde. Herkeste bir iş bulma telaşı vardı mezuniyet sonrası için. Belirsizlik her yerdeydi. O zamanlar ben de ciddi ciddi ne yapmak istediğimi düşündüm. Ve sessiz sedasız karar verdim. Tabii sadece benim karar vermem yetmiyor böyle bir iş sahibi olabilmek için. Önemli olan ilk adımı atabilmekti ve o ilk adımı atmak zordu. O yüzden kendime bir plan yaptım. Önce master yapıp bu işte başarılı olacağımı ispat etmeliydim. Üniversitenin son senesinde mastera girmemi sağlayabilecek her dersi alıp o derslerde başarılı olmak için bayağı bir uğraştım. Kısacası, gerisini pek düşünmeden ilk adımı atmak için elimden geleni yaptım. Master’a girdikten sonrası bu işi yapmakta azimli olduğum için gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Çevrene bunu kabul ettirme mücadelesi vermek zorunda kaldın mı?
Bu mesleğin zorluğu uzun bir eğitim dönemi olması. En büyük derdim ailemin maddi sıkıntısı idi. Bir işe başlayabilme imkanım varken okumaya devam etmek ailemin ve çevremin tercih ettiği bir seçenek değildi. Onlar bir işe girip çalışmam yönünde bastırıyorlardı. Başarılı oldukça bu baskıların çoğu kayboldu. Ama hala da herkesi ikna etmiş değilim.
Liseyi bitirir bitirmez matematiği seçmiş olmayı ister miydin yoksa içinden geçtiğin bütün bu süreçler mi senin kararını olgunluğa ulaştırdı?
Şimdiki olduğum noktaya gelmek için en uygun yolu kullanmadım diyebilirim. Eğer imkanım olsaydı geçmişte yaptığım bazı tercihlerimi değiştirirdim.
Eğitimin büyük firmalarda iyi bir maaş almanı sağlayabilirdi, şu anki gelirin nasıl? Bir matematikçi iyi para kazanabiliyor mu? Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musun mesela - bu iş burada da yapılabilir mi?
Alper NakkaşŞu an hala öğrenci gelirine sahibim. Ama okul bittiğinde Türkiye şartlarına göre çok iyi para kazanabileceğimi biliyorum. Matematikçiler akademik hayat dışında da çok iyi iş sahibi olabiliyorlar aslında. Analiz ve strateji gerektiren her işe çok güçlü aday olabiliyorlar mesela. Ama benim tercihim akademik işler yönünde. Türkiye’de akademik anlamda bu işi yapabilmek yurt dışına kıyasla çok daha zor bence. Bunun en önemli sebebi Türkiye’de araştırmaya ayrılan kaynakların azlığı. Diğer bir sebep ise Türkiye’deki bu tür pozisyonların iş tanımının daha çok öğretmenlik/danışmanlık çizgisinde bulunması. Akademik araştırma maalesef ikinci planda kalan bir iş tanımı. Şu an ciddi biçimde akademik araştırmalar yapmak istediğim için bir süre yurt dışında kalmayı planlıyorum ama eninde sonunda döneceğimi de biliyorum.
Bütün bunlar olurken, fedakarlıklar yapmak zorunda kaldığını hissediyor musun? Hayalime ulaştım, ama şunlardan vazgeçmek zorunda kaldım gibi…
Her yaptığımız seçim bir şeylerden vazgeçmek aynı zamanda. Benim yaptığım seçimler de bazı şeylerden vazgeçmemi gerektirdi. Doğası gereği araştırma yapmak, insanı zihinsel olarak yalnız kalmaya iten bir meslek bence. En önemli sorunu sosyal ortamlarda hissediyorum. Mesela arkadaşlarıma araştırmalarımın ayrıntılarından bahsedemiyorum çoğu zaman. “Şu ispatı yaparken şöyle bir sorunla karsılaştım” demek zor tabi:) Ya da hafta sonu tatilinde işimi düşünmüyorum diyemiyorum. Eğer bir ispat yapmam gerekiyorsa gecem gündüzüm o soruyu düşünmekle geçiyor. Yurtdışında bulunduğum için ailemle ve Türkiye’deki arkadaşlarımla görüşememek de bu işin bana olan maliyetlerinden sayılabilir.
Şu anda mutlu musun? Sevdiğin işi yapmak sana kendini nasıl hissettiriyor?
Mesleğimden çok memnunum şu anda. Akademik hayat çok dinamik ve eğlenceli. Etrafımda çok zeki, başarılı ve ilginç kişilikler var. Sevdiğin işi yapmak çok güzel bir duygu.
Konu: röportaj • Salı, Aralık 1st, 2009 © 2009 ottimo magazine
Alper Nakkaş’ın özgeçmişine bakarken, ilk aşamada biraz başı dönüyor insanın. Futbolcu olacakken askeri öğrenci, askeri pilot olmaya adayken mühendislik öğrencisi olduğunu, sonra hepsini bırakıp ekonomi okuduğunu görünce anlaşılıyor ki kendisi de bir dönem ne istediğini kestirememiş. Sonrasında ekonomik koşulların da zorlamasıyla bankacı olacakken, Alper cesaretini topladı ve akademisyen olmaya karar verdi. Kararsızlıklar, zorunluluklar, mücadeleler ve çetrefilli yol ayrımlarıyla geçen bu sürecin sonunda, Alper kalbinin sesini dinledi ve geçmişte daha çok bir hobi olarak gördüğü matematiği seçti. Şaşırtıcı değil mi? Şimdilerde teoremlerle, ispatlarla boğuşuyor ve vardığı bu noktadan çok memnun, çünkü sevdiği şeyi yapıyor. Ve bana diyor ki “Sanatın peşinden gitmeye karar verebilmek ne kadar güzel ve zor ise, bilimin peşinden gidebilmek de o kadar güzel ve zor”… Kariyerini bir kenara koyup bilimin peşinden gitmeye karar veren Alper’in ilginç hikayesini paylaşıyorum sizlerle.
###
Alper Nakkaş kimdir, eğitimi ve profesyonel geçmişi nedir?
1979 Ankara doğumluyum. İlköğretim’i Ankara’da okudum. Sonra liseye hayatımın akışını çok etkileyecek olan bir okula gittim: İzmir Maltepe Askeri Lisesi. Maltepe’yi bitirdiğimde iki seçenek vardı önümde. Hem Hava Harp Okulu sağlık ve uçuş testlerini başarıyla geçmiştim, hem de askeri öğrenci olarak Gazi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümüne gitmeye hak kazanmıştım. Pek kendi isteğimle olmasa da (askeriyede kişilerin tercihlerinin pek önemi olmayabiliyor bazen) mühendislik eğitimi almak için Ankara’ya gittim. Eğitimimin ikinci senesinde okuldan ve askeriyeden ayrıldım. Tekrar üniversite sınavına girip İstanbul’da Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat’ı okudum. Sonra Bilgi Üniversitesi’nde Ekonomi masteri yapıp doktoram için Amerika’da Vanderbilt University’e başladım. Şu an doktoramın son senesindeyim ve akademik araştırma yapmak üzere çalışma hayatıma başlamak üzereyim. Uzmanlık alanlarım ‘Game Theory’ (Oyun Teorisi) ve ‘Network Theory’ (tam olarak emin değilim Türkçe isminden ama sanırım Ağ Kuramı).
Çok çeşitli ve birbirlerinden çok uzak, ilgili olmayan dönüm noktaların olmuş, bunun sebebi neydi? Ne istediğini tam olarak bilmediğin için miydi? Zorunluluklar ve hayallerin çatışmasından bahsediyorsun, biraz açabilir misin?
Evet, biraz dolu dolu geçti sanırım benim çocukluk ve ergenlik yıllarım. Ne istediğimi çok iyi bildiğimi söyleyemem küçüklüğümden beri. Ama belki hayatım istemediğim şeyleri eleyerek geçti diyebilirim.
Küçüklüğümde aslında en çok yaptığım şey top oynamaktı. Ankara’da Gençlerbirligi’nin minik/yıldız takımında oynuyordum. Ortaokulu bitiren çoğu kişi gibi ben de ailemin isteğiyle her önüme gelen sınava girmiştim: Anadolu lisesi, fen lisesi, özel okullar, askeri liseler. Çoğu sınavda başarısızdım aslında. Sadece Maltepe Askeri Lisesi’ne girmeye hak kazandım. Finansal olarak çok da iyi bir durumda olmayan ailem için bulunmaz bir fırsattı bu. Doğal olarak beni belirsizliklerle dolu futbolcu geleceğinden çok, iş garantili olan askeriye hayatına göndermeyi daha uygun gördüler.
Askeri öğrencilik hayatı ergenlik için biçilmiş kaftan sayılmaz pek. Ruhunun en asabi olduğu ve hayata en çok kabadayılık yaptığın bir dönemde kayıtsız şartsız her söyleneni yerine getirmek bazen zor oluyor. Ama ben genelde iyimser bir insanım. Bu yüzden sanırım, lise yıllarımda hayatta ne yapabileceğimden çok elimde bulunan ortamda ne yapacağımı düşündüm hep. Lise biterken hem Hava Harp Okulu’na girmeye hak kazanmıştım hem de üniversite sınavını kazanarak askeriye adına sivil bir üniversite okumaya hak kazanmıştım. Askeri personel olmanın zorluklarından en önemlisi bence seçim hakkından yoksun olmak. Ben de yoksundum ve ben emir gereği Hava Harp Okulu yerine üniversiteye gitmek zorunda kaldım. Askeri öğrenciliğimde hep aklımı meşgul eden sorular bu dayatma seçimle beraber iyice su üstüne çıktı. “Ben ne yapıyorum?” dedim. Kararımı vermek biraz zaman aldı ama sonunda mali yükünü göz önüne alarak askeriyeden kendi isteğimle ayrıldım. Neden diye sorduklarında, cevabım hep aynıydı: “mutsuzdum”. Bu bana yeterli ama çoğu zaman etrafımdakilere pek de yeterli değildi.
Ne yapmak istediğimi bilmiyordum hala ama asker olmak istemediğimi biliyordum. Tekrar üniversite sınavına girip Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat’a başladım. Üniversite üçüncü sınıfta herkesi bir işe girme telaşı aldığında, ben de ne yapmak istediğimi düşünmeye başladım. İş hayatını hiç bir zaman çok sevememiştim. Ama akademik hayat çok çekici geliyordu bana hep ve o ortamda kalmak istedim. Marmara’yı ortalama bir öğrenci olarak bitirdikten sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi ekonomi masterına başladım. Masterın ilk senesinde şanssız bir şekilde önce annem kalp krizi geçirip by-pass ameliyatı oldu, daha sonra babam ani bir kalp krizi ile vefat etti. O zaman ailenin finansal durumunu düzeltebilmek için HSBC-Türkiye’nin araştırma bölümünde işe başladım. Bankacılığın bana göre olduğunu düşünmesem de yaptığım işten çok memnundum. O zamanki HSBC baş ekonomisti (Ahmet Akarlı) için araştırma asistanlığı yapıyordum. Çok eğlenceli bir iş ortamı idi. Ama ben o işin araştırma yanından daha çok hoşlanıyordum. O yüzden doktora yapmak için yurt dışındaki bir kaç okula başvurdum.
Yaklaşık altı ay sonra ABD’nin Vanderbilt Üniversitesi’nden ekonomi doktorası için kabul aldığımda bir yol ayrımındaydım yine. İyi bir yerde, iyi bir işte çalışırken herşeyi bırakıp gitmek mi yoksa iyi bir eğitim almak mı? Ben gitmeye çok kolay karar verdim. Sadece hayalim olduğu için değil ama aynı zamanda o hayali gerçekleştirebileceğimi bildiğim için.
Matematikçi olmak senin çocukluk hayalin miydi?
Matematikçi olmak çocukluk hayalimdi demek zor. Ama hep çok ilgiliydim. Küçüklüğümden bu yana matematik konusunda hep çok başarılı olmuştum ve hep çok sevmiştim. Simdi çocukluğumu düşündüğümde ilkokulda sayılarla ilgili bulmacalarla ve geometri sorularıyla uğraştığımı hatırlıyorum. İlkokul öğretmenimi matematik sorularımla çok terlettiğimi de. Lisede zevk olsun diye matematik olimpiyat sorularını çözdüğümü de. Genelde bir hobi gibi, eğlence olsun diye uğraşıyordum matematikle ve üniversite yıllarıma kadar hiç ideal mesleğim olarak düşünmemiştim. Zaten hala bir matematikçi miyim bilmiyorum. Ama araştırma yaptığım alanlar çok matematiksel olduğu için kendimi matematikçi olarak görüyorum. Ve hala matematiksel bulmacalar çözmekten çok hoşlanıyorum.
Çevren matematikçi olmana karşı mı çıkıyordu? Ailenin ve çevrenin senden belli bir doğrultuda beklentileri mi vardı?
Pek sayılmaz. Aslında matematik ağırlıklı bir meslek sahibi olup olmayacağım konusunda konuştuğumuz bile söylenemez. Sadece benim sayısal ağırlıklı derslerde başarılı olduğumu biliyorlardı. Ama bunu meslek olarak yapacağımı hiç düşünmüyorlardı sanırım. Benim iyi bir asker, iyi bir doktor veya iyi bir mühendis olabileceğimi düşünüyorlardı hep ve o yönlerde teşvik etmeye çalışıyorlardı.
Matematikçi oluşun nasıl oldu, nasıl bir süreçten geçtin? O zamanlar yaptığın şeye paralel olarak bir altyapı oluşturup kademeli bir geçiş mi yaptın yoksa pat diye her şeyi bırakıp mı bu işe giriştin?
Üniversite üçüncü sınıfta idim karar verdiğimde. Herkeste bir iş bulma telaşı vardı mezuniyet sonrası için. Belirsizlik her yerdeydi. O zamanlar ben de ciddi ciddi ne yapmak istediğimi düşündüm. Ve sessiz sedasız karar verdim. Tabii sadece benim karar vermem yetmiyor böyle bir iş sahibi olabilmek için. Önemli olan ilk adımı atabilmekti ve o ilk adımı atmak zordu. O yüzden kendime bir plan yaptım. Önce master yapıp bu işte başarılı olacağımı ispat etmeliydim. Üniversitenin son senesinde mastera girmemi sağlayabilecek her dersi alıp o derslerde başarılı olmak için bayağı bir uğraştım. Kısacası, gerisini pek düşünmeden ilk adımı atmak için elimden geleni yaptım. Master’a girdikten sonrası bu işi yapmakta azimli olduğum için gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Çevrene bunu kabul ettirme mücadelesi vermek zorunda kaldın mı?
Bu mesleğin zorluğu uzun bir eğitim dönemi olması. En büyük derdim ailemin maddi sıkıntısı idi. Bir işe başlayabilme imkanım varken okumaya devam etmek ailemin ve çevremin tercih ettiği bir seçenek değildi. Onlar bir işe girip çalışmam yönünde bastırıyorlardı. Başarılı oldukça bu baskıların çoğu kayboldu. Ama hala da herkesi ikna etmiş değilim.
Liseyi bitirir bitirmez matematiği seçmiş olmayı ister miydin yoksa içinden geçtiğin bütün bu süreçler mi senin kararını olgunluğa ulaştırdı?
Şimdiki olduğum noktaya gelmek için en uygun yolu kullanmadım diyebilirim. Eğer imkanım olsaydı geçmişte yaptığım bazı tercihlerimi değiştirirdim.
Eğitimin büyük firmalarda iyi bir maaş almanı sağlayabilirdi, şu anki gelirin nasıl? Bir matematikçi iyi para kazanabiliyor mu? Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musun mesela - bu iş burada da yapılabilir mi?
Alper NakkaşŞu an hala öğrenci gelirine sahibim. Ama okul bittiğinde Türkiye şartlarına göre çok iyi para kazanabileceğimi biliyorum. Matematikçiler akademik hayat dışında da çok iyi iş sahibi olabiliyorlar aslında. Analiz ve strateji gerektiren her işe çok güçlü aday olabiliyorlar mesela. Ama benim tercihim akademik işler yönünde. Türkiye’de akademik anlamda bu işi yapabilmek yurt dışına kıyasla çok daha zor bence. Bunun en önemli sebebi Türkiye’de araştırmaya ayrılan kaynakların azlığı. Diğer bir sebep ise Türkiye’deki bu tür pozisyonların iş tanımının daha çok öğretmenlik/danışmanlık çizgisinde bulunması. Akademik araştırma maalesef ikinci planda kalan bir iş tanımı. Şu an ciddi biçimde akademik araştırmalar yapmak istediğim için bir süre yurt dışında kalmayı planlıyorum ama eninde sonunda döneceğimi de biliyorum.
Bütün bunlar olurken, fedakarlıklar yapmak zorunda kaldığını hissediyor musun? Hayalime ulaştım, ama şunlardan vazgeçmek zorunda kaldım gibi…
Her yaptığımız seçim bir şeylerden vazgeçmek aynı zamanda. Benim yaptığım seçimler de bazı şeylerden vazgeçmemi gerektirdi. Doğası gereği araştırma yapmak, insanı zihinsel olarak yalnız kalmaya iten bir meslek bence. En önemli sorunu sosyal ortamlarda hissediyorum. Mesela arkadaşlarıma araştırmalarımın ayrıntılarından bahsedemiyorum çoğu zaman. “Şu ispatı yaparken şöyle bir sorunla karsılaştım” demek zor tabi:) Ya da hafta sonu tatilinde işimi düşünmüyorum diyemiyorum. Eğer bir ispat yapmam gerekiyorsa gecem gündüzüm o soruyu düşünmekle geçiyor. Yurtdışında bulunduğum için ailemle ve Türkiye’deki arkadaşlarımla görüşememek de bu işin bana olan maliyetlerinden sayılabilir.
Şu anda mutlu musun? Sevdiğin işi yapmak sana kendini nasıl hissettiriyor?
Mesleğimden çok memnunum şu anda. Akademik hayat çok dinamik ve eğlenceli. Etrafımda çok zeki, başarılı ve ilginç kişilikler var. Sevdiğin işi yapmak çok güzel bir duygu.
Konu: röportaj • Salı, Aralık 1st, 2009 © 2009 ottimo magazine
Subscribe to:
Posts (Atom)
A Flowchart for Choosing Your Religion
Looking for a JOB - How to Be the Next Hire
Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Bağdat Caddesi
Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
Galata' ya dogru...
The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders
My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).