Total Pageviews

Monday, August 31, 2009

Biden to announce almost $1.2B for medical records


By PHILIP ELLIOTT, Associated Press Writer Philip Elliott,
Associated Press Writer – Thu Aug 20, 6:47 am ET

WASHINGTON – Vice President Joe Biden plans to announce Thursday nearly $1.2 billion in grants to help hospitals transition to electronic medical records.
Biden and Health and Human Services Secretary Kathleen Sebelius were set to detail in Chicago how that piece of the $787 billion economic stimulus plan would help Americans when they go to the hospital or their doctors. It also is a what's-in-it-for-me way for the White House to illustrate how it is spending parts of the massive amount of taxpayer dollars.
"With electronic health records, we are making health care safer, we're making it more efficient, we're making you healthier and we're saving money along the way," Biden said in remarks provided to The Associated Press ahead of delivery. "These are four necessities we need for health care in the 21st century."
Meanwhile, a top aide at the Health and Human Services Department planned to send people who signed up to receive health care communications from the administration an e-mail heralding medical information technology as a way to improve care. Jeanne Lambrew, the director of HHS' Office of Health Reform, sought to explain the spending program to anyone who has had to fill out the same form at doctor's offices over and over again.
"All that paperwork is more than just annoying. It wastes time, prevents quick and accurate diagnoses and makes our health care system less efficient," she wrote. "And it simply doesn't make sense in today's digital age."
HHS also launched an online video touting Sebelius' trip to Omaha, Neb., earlier this year to look at how one facility was using electronic records.
"Electronic health records can help reduce medical errors, make health care more efficient and improve the quality of medical care for all Americans," Sebelius said in her remarks prepared for Chicago. "These grants will help ensure more doctors and hospitals have the tools they need to use this critical technology."
Of the money set aside, $589 million would establish centers to help hospitals and clinics with technical aspects of choosing systems for electronic health records. Another $564 million would be set aside to help hospitals share patients' information with each other.
The grants are not be available until Oct. 1, when the new federal fiscal year begins.
Sebelius, whose father was governor of Ohio, plans to visit Ohio State University Medical Center on Friday to discuss electronic medical records there.

RAİF DENKTAŞ (1951-1985) KIBRIS TÜRKÜ O’NU HİÇ UNUTMAYACAK

''RİCA İLE YAŞAMA DÜZENİNE SON''

“Yemeyi, içmeyi, baloyu dansı sevmedim,yapmadım ve yapmam. Sebebi yoktur:Sadece içim söylemez ve vaktim olmamıştır,hiç bir dönemimde. Eğlence yoktur hayatımda. Uğraş vardır.Müziğin köklüsünü ve anlamlısını sever dinlerim.Arkadaşlarımla buluşabildikçe çalarım.Bazen sabaha karşı klasik gitar notalarının arasında kafamı dinlerim.Bu zevkime de kimseyi karıştırmam.Müzik ruhun gıdasıdır.73’ten 79’a kadar günlük gazete çıkardım.Çıkaran bilir.Kıbrıs’ta gazete çıkarmak; yazısından başlar,katlanmasına kadar gider.İnsanın gecesini gündüzünü bir eder. Matbaamı borçla kurdum;ödeyemedim sattım. Satmayayım diye birine gebe kalmayı düşünmedim. Vurguna,soyguna da yeltenmedim. Bunları benliğim kabul etmez.Bu düzende madden mahkum olabilirim ama alnım açık gezerim. Ben Hakim Raif Bey’in angonisiyim. Bu bana yeter. Okumayı severim.Sosyal bilimlere tutkuluyum. Bilime saygılıyım.Kendime yenilemeyi,yanlış bildiklerimi doğrulamayı,doğru sandıklarımdan şüphe etmeyi bilirim. Oxford’a kendim girdim.alnımın akıyla kendim geldim.İftihar ederim ve kendime güvenirim ama övünmem. Param yoktur ama akademik niteliğim vardır.Bu da benim servetim! Zavallı duruma düşürülmüş insan karşısında hisli,mazlumun hakkını yiyen karşısında öfkeliyim. Beni kindar ve hınçlı sananlar yanılırlar.Bu ülkede insanca ve hakça bir düzende yaşamak isterim. Bunun gereği olarak da ihale şampiyonlarının iktidardan gitmesini görürüm. “Mahçup” olmamı kibirlik sananlar yanılır.Hak yiyicilere karşı öfkemi “Hırs” sananlar çok yanılır. Hoş beşi,kişi kişiye sohbeti sevmem;zaman israfı sayarım.Ahkamla vakit harcamak zorunda bırakılmak beni bunaltır.” Ben kim miyim? Ben Raif Denktaş..” Yıl 1951 Ocak Ayı.. Kıbrıs’ta mevsim dönmüş,sonbahar yerini çoktan kışa bırakmıştı. Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında gerginlik içten içe kaynamaya başlamıştı. Rum Ortodoks Kilisesi’nin başını çektiği Enosis yeniden gün ışığına çıkarılmaya başlanıyordu. Bu belki de bir yüzyılı etkileyecek gelişmelerin başlangıcıydı. Yıl 1951’di ve esen sert rüzgarlar;kolay kolay dağılmayacak kara bulutların,sağanak yağmurların boranların habercisiydi.. 1951 yılının Yine Ocak Ayı’ydı. O günlerde Kıbrıslı Türklerin haklarını koruyan ve ebediyen koruma yemin eden Denktaş ailesinin bir oğlu dünyaya geliyordu. Doğan çoçuğa babanın ön adı verildi. Raif.. Dünyaya gözlerine açan Raif yaşamı boyunca hem ismini hem de soyadını taşımak için amansız mücadele vereceğini elbette bilmiyordu. O’nun doğuşu hem aileye hem de yakın çevresine büyük moral verdi. Umut oldu, Güç oldu. Ev şenlendi ama bun şenlik uzun sürmeyecekti. Raif üç yaşına gelirken Enosis hayalleri Ada’ya kasıp kavuruyor,Kıbrıslı Türkler için de acılı yıllar başlıyordu. 1954’e gelindiğinde Zürih’te toplanan zirvede Yunanistan ve Türkiye garantör ülke olarak tarih sayfalarında yerini alıyor,”Kıbrıs Sorunu” başlığıyla iç ve dış politikalarına hiç tükenmeyek bir sorunu taşıyorlardı. Takvim yaprakları 1955’i gösterdiğinde ENOSİS hayali artık sözcük dağlarını aşmış,Kıbrıslı Türkler için bire bir tehdit olmaya başlamıştı. Tehdiş örgütü EOKA faaliyete geçerken Denktaş ailesi de Lefkoşa’ya taşınarak Doktor Fazıl Küçük’ün evine kiracı olarak yerleşiyordu. Bu keskin viraj Raif Denktaş’ın küçük dünyasında büyük izler bırakıyordu.Çünkü aynı günlerde Rum vahşeti dalga dalga yayılıyor; çok sayıda Türk bu vahşetin masum kurbanları oluyordu. O yedi yaşına geldiğinde Kıbrıs’ta Türklük hareketi kendisini gösteriyor,Raif Denktaş 27- 28 Ocak direnişinin canlı tanığı oluyordu.. “58 Ocak’ında 7- 8 yaşlarında hiç kimsenin burnunda göz yaşartıcı bombanın kokusu kalır da gitmez mi? Gitmez.. Mustafa’nın İngiliz askerlerinin coplarından nasıl kurtarılıp, boğulacak bir şekilde ilkyardım aldığını köşkte izlemiştim. “ (R.Denktaş) Günler,aylar,yıllar zamanın olağanüstü olduğunu gösteriyordu. Kıbrıs Türkü için ölüm ve yaşam bir incecik çizgiydi. Ve baba Denktaş’ın çocuklarına ayıracak hiç zamanı yoktu.Babanın kavgası tüm çocuklar içindi,Raif’in iç kavgası ise babası içindi..Ne de olsa çocuk kalbiydi. Bölüşülen şefkat, Bölüşülen sevgi, Ve bir türlü kendisine ayrılmayan zaman.. Raif Denktaş tüm Kıbrıslı Türk çocuklar gibi acılı,bir o kadar da bilinmezlik içinde büyüyecekti. “1950’de doğdum. 1958 olaylarında 7 yaşındaydım. 1959’da kardeşimi kaybettik. 8 yaşındaydım(...)Kardeşimin ölümünden hiçbir şey hatırlamıyorum, silindi gitti. Tanrı öyle istedi(...)1963 olaylarında 12 yaşındaydım. 1964- 68 yıllarında Ankara’da sürgün hayatından sonra 17 yaşlarındaydım. Çocukluğumun hiçbir döneminde “İşte benim babam.! diyemedim. Bir baba için, önce çocukları, önce ailesine karşı sorumlulukları gelir. Denktaş içinse, şimdi geriye baktığında şimdi çok berrak bir şekilde görebiliyorum.. Önce halkına ve halkının varlık mücadelesine karşı olan sorumluluklar gelmiştir. Ve hala öyledir. Biz de Denktaş’ın çocukları olarak hayatımızda kendimize biçim vermiş, bir nevi kendi kendimizi büyütmüş; hatalı veya doğru kararlarımızı kendi başımıza almak zorunda kalmışızdır.” (R.Denktaş) Takvim yaprakları 1960’ı gösterdiğinde Köşklüçiftlik dönemi de başlıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk günleri.. İlkokul yıllarında yaşanan en güzel öğrencilik ve çocukluk günleri. Raif bu yıllarda müzikle tanışıyor,arkadaşı Erdinç’in de etkisiyle batı müziğine merak sarıyordu. Babasının aldığı ilk gitarla büyük tutkusuna kavuşuyordu.İtalyan asıllı bir hocadan aldığı derslerle birlikte müziğin sonu gelmez esrarengiz yolculuğuna çıkıyordu. Ancak bu yıllar da çabuk bitecekti. Takvim yaprakları 1963’ü gösterdiğinde tüm Kıbrıslı Türkler için acılı günler de başlıyordu. Kıbrıs Türkü katliam çukurlarına gömülüyor, en direngen ve en savaşçı evlatlarını birer-birer toprağa veriyordu. Kavganın adı varolmak ya da yokolmaktı. 12 yaşındaki Raif’in elinde silah, küçük parmakları tetikteydi. Aziz Çavuş ve Kel İlker’le nöbet başındaydı. Bir gün Öğretmeni Tuncer’in şehit düştüğü haberini aldı.. Yanaklarından süzülemeyen iki damla yaş aktı,aktı... Yüreğine damlayan bu yaşlar tüm şehitler içindi.. Türk oldukları için, katliam çukurlarına gömülenler içindi. Yüreğinde acı ,acıyla birlikte sessiz ve derinden büyük bir isyanla birlikte ailesiyle birlikte Türkiye’ye başkent Ankara’ya doğru yola çıkıyordu. Ankara’da güneş cimriydi. Karlı ve soğuk Ankara günlerinde yürekte hüzün ve keder vardı. İşte bu soğuk günlerini ısıtacak çözüm yine yanıbaşındaydı. Müzik. Ankara Koleji’nde öğrenimini sürdürürken okul orkestrasına bas gitarist olarak katıldı.Aynı grupta iki Kıbrıslı daha vardı.Sözer Özel ve Ongun Hulusi. Raif ilk sahne ve bas gitarist deneyimini bu grupta kazandı. Takvim yaprakları 1964 Temmuz’unu gösterdiğinde Baba Denktaş her ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a dönmek için hazırlıklara başlıyordu. Çankaya Basın Sitesi’ndeki evde TMT’nin ilk lideri Rıza Vuruşkan ile tüm planlar gözden geçiriliyor,dönüş için vedalaşıyordu. Raif babasının gözlerinin içine bakarak son bir nafile çabayla “Baba beni de götür” yalvarıyordu. Baba Denktaş’ın gözleri doluyor oğlunu kucaklıyordu. Yanıt kısa ve katiydi: “Gidip de dönmemek var. Ben ölürsem, ailenin reisi sensin. Annen ve kardeşlerine iyi bak. Onlar sana emanettirler.” Baba Denktaş Ada’ya dönerken geride yalnızlık,gözyaşı ve derin özlem bırakıyordu. 1964-1967.. Üç koca yıl.. Bir yandan babasızlık diğer yanda vatan hasreti... Ve Ankara’dan İstanbul’a çevrilen bir başka rota.. Orta ikinci sınıf Kadıköy’de okunur,okunmasa da vatan hasreti her geçen gün de daha da büyür. Ne derdini anlatacak arkadaşlar bulabilir,ne de hüznüne ortak olacak bir dost sesi duyabilir. Zaman bu kez ilaç değildir Raif için. Sürgün acısına, vatan hasretine daha fazla dayanamayan Raif Denktaş, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a gizlice dönme hazırlığına başlar. Planlar yapılır,son hazırlıklar tamamlanır..Umut artık kapıdadır.. Ancak ne olduysa bir anda olur, son gece kararlar değişir, “Sandalda daha fazla yerimiz yok.”yanıtını alan Rauf sadece gidenlere el sallayabilir. ”1967 Ekim Ayı sonu.Kenan Coygun’la buluşup gizli çıkışa yollamak üzere Ekrem Yeşilada ile birlikte babamı buluşma noktasına götürüşümüz.16 yaşında ve tekrar hayal sukütu .Geride kalıyoruz.Halbuki Kıbrıs’ta arkadaşlarımız mücahit.Bu ne korkunç suçluluk duygusudur,bilemezsiniz.” (R.Denktaş) Hayal kırıklığı çok uzun sürmez.. 6 Ay sonra hayallerine ellerini uzatır. 13 Nisan 1968 günü Kıbrıs’a geri döner. ”1968 Nisan’ın 13’ü Kıbrıs’a dönüş.Herkes için bir bayram günü ama benim için bir başka bayram.Mücahit olacağım.Benin bayramım bu.Erdinç 20’inci bölükte.Ferahzat’ın bölük,22’inci.Komutanı Ergül Uysal.Erdinç “22’ye git.Digilag seni alır” diyor.28 Nisan benim en mutlu günüm.22’inci bölük benim evim.Ayandon,Simsar,Kör Hasan ,Ama’nın Bahça..Topçu mevzilerinde yaptım mücahitliği,karargahta değil.Bu komutanlarıma,arkadaşlarıma zevk ve kıvanç verdi,ama en çok bana.” (R.Denktaş) Raif Kıbrıs’a döndüğünde 17 yaşında gönüllü mücahittir. Hem de babasına sormadan öğrenci arkadaşları gibi hudutlarda, zor koşullarda görev yapar.. Ulusal kurtuluş mücadelesinde bir neferdir şimdi. Her şeyden çok sevdiği toprağına, vatanına ve arkadaşlarına kavuşmuştur. 22.Bölük Kıbrıs Türk tarihinde önemli bir sayfaya da yer açıyordu. Çünkü bir yandan askerliğin en sert kurallarını işletirken diğer yandan müziğin de en melodik notaları çınlıyordu. Daha sonra Sıla 4 adına alacak Bayrak Kuartet 22’inci bölükte hayat buluyor,Bölük karargahının bodrumunda grup elemanları çalıyordu. Bölük Komutanı Ömer Asım gücü elverdiği ölçüde gruba destek oluyordu.Ömer Asım’ın dan sonra göreve getirilen Ergün Uysal da grubun çalışmalarına verdiği desteği sürdürdü.. 1968-69 yıllarında 22. Bölükte er olarak mücahitlik görevini yapan Raif Denktaş, öğrenci mücahit olarak İngiliz Kolejinden mezun olur. Kader rotayı yine aynı noktaya çevirir. Ankara.. Bu kez adres ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi’dir. Raif bir yandan öğrenimini sürdürürken diğer yandan da gazetecilik için önemli adımlar atıyordu. Muhtelif gazetelerde ve dergilerde Atatürkçülük üzerine düşünce yazıları ve çeşitli sorunları inceleyen makaleler kaleme aldı.Atatürk ilkelerinin yılmaz bir savunucusu oldu. Müzikse geride kalmamıştı. Aydın Kalaoğu Erdinç Gündüz ile “Kıbrısım” ve “Dolama” şarkılarının yer aldığı 45’lik plak çıkarmışlardı ve bunun yankılarını yaşıyordu. Raif Denktaş Ankara’da da Aydın ve Erdinç ile aynı evde kaldı. Erdinç Gündüz’ün sayesinde bir plak şirketinin sahibi ile tanıştılar. Bu Bayrak Kuartet için de dönüm noktasıydı. Raif Denktaş ve Grup üyeleri Tunalı Hilmi Caddesi’nde bulunan evlerine plak şirketinin yetkililerini konuk ettiler. Grubun şarkılarının çoğu Kıbrıs ağzındaydı ve değiştirilmemeliydi.Parçaların özünü değişterecek hiç bir müdahale kabul edilemezdi. Kıbrısım,Dolama,Kıbrıs Gelini,Ölüm Allah’ın Emri;yine Seni İsterdim Ben,Gelmedin,Garanfil şarkıları çalındı. Plak şirketinin sahibi ve prodüktörleri çok etkilenmişti. Kıbrıs ağzına yönelik itirazlar da olsa grubun istediği oldu. İlk etapta dört plaklık anlaşma sağlandı. Ancak Kıbrıs için çok şey ifade eden Kuartet isminin Türkiye’de nasıl bir etki yaratacağı konusunda kuşkular vardı. Bu sorun bir gecede tesadüfen ve aniden çözüldü. “Yine Seni İsterdim Ben” adlı şarkının söz yazarı Tevfik Ünver,Raif’in Ankara Koleji’nden arkadaşıydı.Grubun adının Sıla 4 olarak değiştirilmesini önerdi. Herkes bu anlamlı ismi benimseyince satışa sunulacak plaklarda Sıla 4 isminin kullanılmasına karar verildi. Raif 197’li yılların ilk başlarında müziğin yanı sıra Kıbrıs Türk folkloru üzerinde çalışmalar yaptı. Arkadaşlarıyla yerel destanları ve bu konu üzerine çalışmalarda bulundu. Yerel özgün müziklere öncülük etti. İşte bu dönemde hayatında büyük bir değişiklik oluyor,yüreğine sevda ateşi düşüyordu. Buğulu gözlerin,şiirlerin,yazılarının kaynağı Mesudiye Elif Emre adlı bir kızdı.. “Ayrılık akşamdan olaydı Şimdilik. Uçan kuşun ötmez olduğu, Ayın güneşe vurulduğu Uyumadağım akşamlar. Ve her sabah, Seni getirseydi de, Bitmesiydi aşkımız Akşam olmadan..” Şiirdeki gibi korktuğu olmadı,aşkı akşam olmadan bitmedi.Mesudiye ile 1973’de evlendi. İleriki yıllarda evliliğinden Rauf ve Canpolat isimli iki oğlu Pınar isimli de bir kızı dünyaya geldi. Evliliğinin hemen ardından üniversite hayata kesintiye uğrar. İbre bir kez daha Lefkoşa’ya gösterir. Tek kişi olarak ayrıldığı Ada’dan baba ocağına iki kişi olarak dönecektir. Dönüşte yazılarını Zaman Gazetesi’nde kaleme alır.Görüşlerini makaleler yoluyla okuyucuya ulaştırır. Ancak zaman sadece düşünme değil eylem zamanıdır da. Yunan cuntasının öncülüğündeki 15 Temmuz darbesi Kıbrıslı Türkler için bir kabusa dönüşüyor ve artık gözler ufukta Türk askerini bekliyordu. Raif Denktaş da mevziidedir. ”1974’ün 20 Temmuz sabahı gene 22.Bölük’te karşıladık Türk jetlerini.Havan takımı komutanı Esat Varoğlu yanında KTÖS Başkanı Turgut Mustafa ile kucaklaştık.Sonra ateş yağmuru. Turgut “Sosyalist bir düzenin şafağı” dedi.Ben de “Yeter ki Türk olsun” dedim.Anlaştık.Gönüllerimizin bir olmaması için bir sebep yoktu.Soluyla,sağıyla böyle karşıladı bu toplum 20 Temmuz’u.Geleceğe dönük kutlu duygularla ve gönül gönüle,omuz omuza(...) O günlerde bir Yorgozlu Sami’yi tanıdım.Kolundaki kurşun yarasına aldırmadan hastaneden kaçıp mevzisine dönen ve bu yüzden kangren olan kolunu kaybeden.Bir rahmetli Nevzat Pusat’ın el bombasından parçalanmış elinden tuttum.,onun şahsında kahramanlığın ne demek olduğunu gördüm.Bir Doğan Akpınar’ın koskoca bölüğe nasıl soğukkanlılıkla hakim olduğunu,bir Kasap Ahmet’in ,Bulgur’un nasıl yiğit silah arkadaşları olduklarını gördüm,Ersoy Çavuş’la ölüme gittim.Ta 58’lerden 74’lere bir ömürdür bu.” (R.Denktaş)

Thursday, August 27, 2009

AL SANA AÇILIM !- YILMAZ ÖZDİL

27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm. Tatilden döndüm... "Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım. Bugün çıkacaktı. Şöyle başlıyordu: "Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, 'mozaik' derler, değiliz aslında, 'ebru'yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan." Şöyle devam ediyordu: "Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, 'açılım' adı altında, 'resmi dil' haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? 'Bizi bize yabancı' hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?" Ve, şöyle bitiyordu: "Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir." Yazı buydu. Peki "sansür" nerede? Şurada... Yazıyı Kürtçe yazmak istedim! Hayır... Amacım, Türkiye'nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi... Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız. Amacım işte buydu. Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde... Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik... Kanıtı da, bu yazı olacaktı. E hani sansür? Buyrun... Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği'ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul'daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım... "Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler... "Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım. İki gün sonra... Türkiye Çevirmenler Derneği'nden aradılar... "Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler... Allah Allah! Niye birader? "Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!" (Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip... İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.
Lisan, böler.
Cart diye.
Bizi bize yabancı eder.
Kanıtı da bu yazı.

Thursday, August 20, 2009

Does Turkey really wants to join the EU, or not really?


A lot of people asks this question over and over again; if Turkey really wants to join the EU, or not?

Turkish Republic's identity is widely shaped by the trauma inflicted by the loss of empire. The republic's official answer to this trauma was to almost entirely ignore the past and start anew targeting "to reach the levels of industrialized nations". The huge gap between the country's conditions and this target combined with the effects of the trauma still existed subtly among the population had created a minority complex. The "hüzün" or sadness described in Orhan Pamuk's novel “Istanbul” was indeed very evident even at my schooldays. The state was very introvert when it came to deal with international issues so were the people.

But as the country kept on its journey, industrilization and democratization started to gain a certain pace despite all of its problems. I consider myself very lucky to witness how a nation's mentality changed as most of it seemed to happen during my short life so far. First we came to realize the historical importance of the city we were living in; Istanbul. Then we realized the cultural depth in our history. Then we started to realize how history works and what historical influence in our region meant. And these sentiments started to put light on our actions; a new national self confidence started to grow. (Some well most of the times to exaggerated levels; but it will settle with time I believe).

From my personal point of view on EU, which I believe is shared among most of my colleagues of the same generation is this; we know we have to advance a great deal to reach our final target. So we know we have to work very hard and we see the EU ascension period as the anchor for our struggles.

However some of the thoughts that are voiced quite loudly by politicians like Sarkozy and Merkel annoy us not to mention the sometimes unacceptable level of impudent behaviour we have to deal with at customs controls and EU consulates. This creates a reactionary response which could be vocalized as;" if EU is not willing to live together, we create a new world around us in adaptation to the new conjuncture - something we were capable to do in the last millennium."

On the contrary many people outside Turkey do not know Turkey or its people at all. Or rather, what they see are the immigrants who find it difficult to participate and/or integrate and therefore fall back on conservative attitudes. Or else, they see only the all inclusive holiday resorts which do not represent the true Turkey. Then again many citizens of contemporary Turkey do not know the countries of the EU at all and often have an attitude like Turkey is the greatest country in the world and are not able or willing to admit (to non Turkish people) that not everything is well. Both such approaches are not very constructive. EU citizens should recognize that Turkey is a country in development with millions of modern and intelligent people and many a Turkish citizen, and in particular politican, should be able to admit that not everything is perfect and that mistakes have been made. Being able to apologize is a true way of showing adulthood. So let us keep up the good work and talk with each other. In the end all will be well.

By the same token I would like to add a few observations on my experiences having lived in a country which is now being dominated by the EU. Over the past several years as I have got to know a number of Turks – and have sincere communication with each of them – and inevitably this question on Europe and the EU has always come up. Since day one my advice has always been “be careful”. Or of you like, caveat emptor to use a Latin term. And to be a little more constructive as to why I sound this cautionary note, I suggest to my friends and peers that perhaps Turkey would rather see itself benefitting from Europe in much the same way that both Norway and Switzerland do – as EEC / European Area countries who have the benefit of free trade but without the restrictions of being told by unelected bureaucrats in Brussels what to do and how to do it. Having spent the past 13 years living abroad and communicating with people living at a EU nation, I can recount through observation a number of the changes for the worse Europeans have experienced at the hands of the EU’s unelected officials in Brussels. On a more specific subject of UK (and I use this example as I am familiar with the individuals and the dynamics at play there), I ask you what is the British Conservative Party’s political position on Turkey’s EU membership? Their position is: “Yes please, we want Turkey to enter the EU” (source: The Rt Hon David Cameron, MP, Leader of the British Conservative Party in a recent speech during the EU election campaign). For his public support for these three main issues - Turkey’s ascension, eliminating corruption, and allowing member countries to make their own decision based on their own national best interest – David Cameron was publicly castigated by the “old Europe” axis counties’ leadership (i.e. France and Germany), with their threats that they will” do him over” if he wins government in Britain! And ladies and gentlemen this is really the crux of my point on the Turkey joining the EU issue; do Turks – a proud and successful nation – really want to be a member of this “club”?

In a nutshell; joining EU may improve our processes and country overall. Moreoever we think our values (when we manage to work them properly) are very similar to Europe's. But Europe's response does not only discourage but also estranges us from Europe's ideals. Our growing confidence coming from history and economy makes us believe we can achieve in our search for alternative alliances. But I don't personally believe that such a world would be more pleasant; neither for Turkey nor for EU. Today as a number of you would agree, Turkey is a modern and progressive country; a number of European countries could learn a lot from Turkey, and vice versa. The decision is not easy and it should not be taken lightly, but Turkey has the benefit of being able to make an informed decision on whether to join or not, and what role the country can play in influencing the future direction of regional politics.So we need to keep walking. And we need to do that with nerves of steel.

Cheers!

Wednesday, August 12, 2009

Project Managers, Are You Being Heard?

What you say and how you say it may have more impact than you expect. Communicating is one of your key project management tools. Just be sure you do speak up and be reasonably persistent in getting your ideas out to the team.
I was a “fresh out.” Fresh out of college and sitting in on my first software project management meeting. I listened hard and looked around the table at all these people with so much more knowledge and experience than I had. This was going to be a great place to learn how to really manage software development.
During one meeting I heard a detailed description of an issue. I thought to myself what I figured the problem was and how I would go about confirming and fixing it. I did have a few years experience programming before I went to college. In fact, I was a bit of a fanatic when it came to software. I had spent those few years before college living and breathing programming seven days a week while serving in the US Air Force. So I had experience as a programmer but not as a software manager or project manager. As I listened, I wondered what these folks knew that I didn’t know which would explain why nobody was mentioning the things I was thinking. I continued to listen hard to learn.
At the end of the week, someone came into the project meeting and practically yelled: “we figured it out, it was ….” Holy Molly. It was what I was thinking at the beginning of the week! I knew something! Maybe I can help!?
At another meeting, after listening and formulating my own thoughts and ideas, I waited for my chance. A lull in the current discussion happened. I leaped in. I described what I thought the problem probably was and how to go about confirming it. As I spoke, everyone stopped talking, turned and looked at me. When I finished my short comment, everyone went back to talking about the current topic as if I never even said a word!
OK. I must have taken them by surprise. They don’t really know me. I’ve been quiet for weeks. Let’s try this again.
A few moments later, another opportunity came up, and so I spoke and added a bit more elaboration on my thoughts and ideas. Again, they stopped, looked at me, then went back to their discussion as if nothing had happened. I felt like I was a talking dog or something. An oddity to take note of when I spoke, but otherwise just noise that interrupts the conversation. This was going to be a bit harder than I thought.
Over the next week, I persisted and threw out my few thoughts as the opportunities arose. One day, I was listening to one person who was talking about something very similar to what I had mentioned earlier in the meeting. As he spoke he would surreptitiously look my way, as if to see how I would react to his words. The discussion on this matter resulted in a series of actions to be taken to help resolve the current issue. Everyone went off with their individual action items.
They used one of my ideas! Woo hoo! I may actually have something to contribute? I must actually know something useful to this high powered project management team.
Yes, I didn’t seem to get any credit for the idea. It was not obvious that it was uniquely my idea or that someone didn’t have the same idea already. It was the surreptitious looks, by more than just one person, that gave me a hint that maybe I had influenced this line of thinking.
Over time I could see a pattern. It was pretty straight forward, and I tested it out on numerous occasions (yes, I’m a bit nutty in this way). I found I had an influence that would later help put me in charge of future projects.
For example, say I had ten ideas I wanted to share with the group. Ideas on how to solve problems or on what to do next. I found that if I did not share any of those ideas, then about two or three of them would occur naturally in the meeting. Someone else would bring up the idea. If I did share all ten of my ideas over the course of the meeting, then I would notice that seven or eight of my ideas would become actions of the group. Those seven or eight ideas were not necessarily associated with me. If you were to ask someone about who first came up with the idea, I don’t think that many people would point exclusively at me.
President Ronald Reagan supposedly had a plaque on his desk that read: “You can accomplish much if you don’t care who gets the credit.” Being willing to state your ideas helps them to become a reality and is a key project management tool. Don’t be discouraged if at first your ideas don’t seem to have much impact. You may have to watch closely to see the real long term impact of your words.

Wednesday, August 05, 2009

Asterix ve Obelix Bugun 1 yasinda...


Happy Birthday Boyz, I am glad that you are in our life! August 2009












 December 2011

Aziz Nesin Usta der ki...


Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe! İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli… Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları. Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı… Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan… İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!

Monday, August 03, 2009

Obama still cashing in on Bush's failings

Facing the first real rough patch of his presidency, President Obama and his supporters are once again resorting to a tried-and-true tactic: attacking George W. Bush and Dick Cheney.
In his White House press conference last week, Mr. Obama referred to the Bush era at least nine times, three times lamenting that he "inherited" a $1.3 trillion debt that has set back his administration's efforts to fix the economy.
With the former president lying low in Dallas, largely focused on crafting his memoirs, Mr. Obama has increasingly attempted to exploit Mr. Bush when discussing the weak economy, the wars in Iraq and Afghanistan and the difficulty closing the military prison at U.S. Naval Base Guantanamo Bay, Cuba.
As he took power, Mr. Obama promised a "new era of responsibility" that would transcend partisan politics.
RELATED STORIES:• Tax eyed on insurers' "gold-plated" plans • CURL: Easy win for Sotomayor a laughing matter • EXCLUSIVE: Defense analyst in spy case was FBI double agent• Dodd, Conrad: Mortgage discounts were 'courtesy'
"For a guy who campaigned on taking responsibility and looking forward, he spends an awful lot of time pointing fingers and looking backward," said former Bush deputy press secretary Tony Fratto, who has begun defending the previous administration.
But Democrats think Mr. Obama would be remiss if he did not point out what he inherited.
"I'm not convinced that Obama and his supporters are bashing Bush as much as they are quite rightfully reminding people that our current economic mess and the wars were inherited from the Bush administration," said Democratic strategist Bud Jackson. "It's important to remind people of this because Republicans are now criticizing the Obama administration as if they had no role in how we got here."
Democratic Party strategist Liz Chadderdon said the strategy of blaming the previous team has been effective.
"I think Bush-bashing has been alive and well since '07 and, since it keeps working, why not use it?" she said. "Voters have short memories. The administration needs to remind people that things were way worse over the last four years than in the last six months."
Mixed feelings among voters about health care reform have shaken the president's approval ratings from the high poll numbers when he took office. Six months into his term, 30 percent of the nation's voters "strongly approve" of Mr. Obama's job performance, according to a survey released Monday by the Rasmussen polling organization.
The poll showed that 40 percent "strongly disapprove" of the president's performance, marking the first time the disparity has reached double digits.
Since taking office, Mr. Obama has implemented a $787 billion stimulus package that has failed to produce a quick economic turnaround and the U.S. economy has shed more than 2.5 million jobs.
Mr. Obama hardly ever refers to Mr. Bush by name. In fact, his Web site, whitehouse.gov, recently scrubbed the name of the former president out of a reference to Hurricane Katrina, which once read: "President Obama will keep the broken promises made by President Bush to rebuild New Orleans and the Gulf Coast."
Now, the "President Bush" is gone.
Although Mr. Obama's effort is subtle, his rhetoric is clear. On his first trip overseas, Mr. Obama referred to Mr. Bush's foreign policy and said the United States has "shown arrogance" and been "dismissive, even derisive." He said decisions of the past had "lowered our standing in the world."
"There are some mornings I read the news and feel like it's January 2009 -- there are so many stories making the front page about things that President Bush thought about and didn't do," said former White House press secretary Dana Perino. "I find it hard to believe that there aren't more interesting stories affecting Americans in the here and now that can garner that kind of space. But the obsession continues unabated."
Even when asserting his responsibility for addressing the nation's problems, Mr. Obama manages to highlight that he was left to deal with others' missteps.
At a town-hall meeting this month in Michigan -- the state with the nation's highest jobless rate -- Mr. Obama said that fixing the economy is "a job I gladly accept."
But he added, "I love these folks who helped get us in this mess. And then suddenly say, 'Oh, this is Obama's economy.'"

Originally published 04:45 a.m., July 29, 2009, updated 06:36 p.m., July 29, 2009 by

A Flowchart for Choosing Your Religion

A Flowchart for Choosing Your Religion

Looking for a JOB - How to Be the Next Hire

Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:

Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.

A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.

Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.

“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.

Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.

Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.

It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.

Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.

Bağdat Caddesi

Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.

Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.

Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.

Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.

Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.

Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.

Galata' ya dogru...

Galata' ya dogru...

The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders

My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).

ULTIMATE RESULTS

ULTIMATE RESULTS

Ilhan Arsel

Ilhan Arsel

BJK FOREVER

BJK FOREVER
Karga kartalların sırtına oturur ve boynunu ısırır. Kartal cevap vermez, kargayla savaşmaz; kargaya zaman veya enerji harcamaz, bunun yerine sadece kanatlarını açar ve göklerde yükselmeye başlar. Uçuş ne kadar yüksek olursa, karganın nefes alması o kadar zor olur ve sonunda karga oksijen eksikliği nedeniyle düşer. Kartaldan öğrenin ve kargalarla savaşmayın, sadece yükselmeye devam edin. Yolculuk için gelebilirler ama yakında düşecekler. Dikkat dağıtıcı şeylere yenik düşmenize izin vermeyin....yukarıdaki şeylere odaklanmaya devam edin ve yükselmeye devam edin!! Kartal ve Karga dersi