FORBES | 1/14/2013 @ 1:20PM
http://blogs.forbes.com/jennagoudreau/
When career consultant Emily Bennington started researching her upcoming book on women’s career success, Who Says It’s A Man’s World: The Girls Guide To Corporate Domination, she came across an interesting theme: If the choice is between being respected and being liked, it’s better to err on the side of respect. “Your reputation is everything,” Jan Fields, a 35-year business veteran and the former president of McDonald’s, told her.
Bennington says corporate reputations are typically formed from a series of successive questions: Who is she? Do I like her? Is she capable? And can she lead a team? “When you have respect, you have the ability to make people galvanize around an idea,” she says.
However, while performance may help drive a positive professional reputation, Bennington says it’s the small day-to-day mistakes that undermine it. She outlines the most common (and gender-neutral) ways people “royally screw up their reputations.”
Make Excuses
“People make excuses in part because they see themselves as un-empowered,” says Bennington. For example: But no one told me… or I couldn’t do it because I didn’t have the file. She calls people who make excuses “work victims” because they don’t take responsibility for their success. “If you don’t have answers, ask questions,” she counsels. Otherwise, you spend so much time stewing over what you don’t have that you end up wasting time that could be spent finding the resources you need. After all, “part of being great is being resourceful,” she says.
Miss Deadlines
An easy way to lose respect is to be that person who’s always late and needs reminders about upcoming deadlines, says Bennington. One of the best (and easiest) ways to project composure and control is to turn in assignments unprompted and on time. So why do people screw up such a basic reputation-builder? “Their perception is off,” says Bennington. When a worker perceives their circumstances as stacked against them, they react in ways that reinforce that perception rather than owning their own actions.
Don’t Prepare For Meetings
Meetings are the primary way people outside your immediate team are exposed to your demeanor and work. Yet Bennington says too often people prep for meetings at the last minute, making them appear disorganized and, well, less-than-brilliant. Part of it may stem from fear. “I had a Monday morning staff meeting with my boss, which I was constantly angsty about,” says Bennington. She would go into the meeting feeling constricted and expecting to fail. However, over-preparing for meetings not only helps you feel more comfortable, it makes you look better.
Be Too Tit-For-Tat
Bennington recalls one salaried sales representative who considered any work past 5 p.m. overtime that the company should make up for. Once, the rep planned to take a two-hour flight to a regional sales meeting, which would end her workday at 7 p.m. To compensate, she asked her boss if she could come in to work two hours late the next morning. “Not only did her manager flatly deny her request to come in late, but in that instance any leadership equity she had built with him was damaged,” says Bennington. She recommends taking a more holistic view of your work and what’s best for the team.
Be Unresponsive
Bennington says many workers make the mistake of thinking not responding to an email means they have said “no” or communicated that they’re unavailable. Instead, it makes coworkers wonder if you received the message at all, if you’re waiting to make a decision or if you’re just avoiding them. “It’s rude,” she says. Even if the answer isn’t what they want to hear, she recommends showing the other person the respect of responding.
Make Self-Deprecating Jokes
While appropriate humor can help facilitate relationships and make you more successful at work, frequently making yourself the butt of a joke can do two things: First, you may gain the reputation of the office clown, meaning not a serious person and a distraction to serious work. Second, you affirm your faults in the eyes of others, showing that you don’t respect yourself. It’s one thing to know how to take a joke and another thing to make yourself a joke, says Bennington.
Underestimate The Details
Don’t forget the small stuff because lots of little mistakes add up over time. “You build your personal brand through everything you do, whether big actions or small decisions,” former McDonald’s executive Jan Fields told Bennington. “That brand will stay with you throughout your career.” Bennington says sometimes workers become so focused on future goals and advancement that they don’t put enough time and effort into their current job. “Worry about the work in front of you, and do it extremely well,” she advises. “Manage experiences with colleagues and clients moment by moment.”
Total Pageviews
Monday, January 14, 2013
Saturday, January 12, 2013
Kurşun vurur, psikolojik savaş ise teslim alır
Adeta
yalvarıyorlar Öcalan’a... Fehmi Koru işi o kadar ileri götürdü ki,
teröristbaşından Hz. Musa olmasını, âsâ gibi kullanacağı bir işaretiyle
Nil’i yarmasını istiyor... Devlet adına Erdoğan’ın yapılamayanı
yaptığını, şimdi Öcalan’ın karşı adımı atmasını beklediğini
haykırıyor... Ama örgütün buna izin vereceğinden endişeli, o yüzden
sevincini ‘şimdilik’ kendine saklıyor...
Fırsatı yakalamışken, Hasan Cemal de Kandil’in duygularına tercüman kesilmiş... Onlar olmadan ‘barış’ olmaz anlamında yazıyor ve devletin ‘sıkışmış’olduğundan hareketle tekliflerini sıralıyor: Silahların tek taraflı değil ‘karşılıklı’ susması, af, Kürtçe eğitim ve bugün KCK’ları cezaevlerine yollayan suçların suç olmaktan çıkarılması...
Eh, devlet bu derece ‘teslim olmaya yaklaşmışken’diğerleri de ağzındaki baklaları çıkarmasalar olmaz... “Neye karşılık?” sorusuna cevap aramadan, ‘barışa yaklaşmış’olmanın heyecanını paylaşıyorlar birbirleriyle... Bir yandan da endişeleri var... Daha önce de benzer süreçler yaşanmış ama ‘tam da bu zamanda’ süreci sabote eden eylemler gerçekleşmiş!.. Mesela Silvan saldırısı bu çerçevedenmiş!..
Medya yıllardır PKK içinden ‘iyi PKK’çıkarmaya çalışıyor ve nerede savunulamayacak bir eylem olsa onu ‘kötü PKK’ya fatura ediyor... Tam da ‘barış’ı yakalayacakken ‘kötü’nün mesaisi başlıyor!.. Buna ‘derin PKK’ bile diyebilirmişiz!.. Mesela Kandil’e gidip Karayılan’la röportaj yapanların, onun gözünde ‘barış pırıltısı’ yakalayanların, Yeşiltaş Karakolu baskınıyla ilgili işin içinde olduğunu belgeleyen telsiz görüşmelerini ısrarla ıska geçmelerini galiba görmemeliymişiz!..
Şüphesiz devletin terörle mücadelesi, dağlardan ibaret değil... Bir de ‘psikolojik ayak’ var ve handikap burada başlıyor... Şu gerçeğin altını kalınca çizmemiz gerekiyor: Kurşun vurur, psikolojik savaş ise teslim alır!..
Bugün güvenlik güçlerinin dağlarda kazandıkları zaferlerle, psikolojik savaştaki durum arasında ters orantı var... Son bir buçuk yılda PKK, tarihinin en büyük kayıplarını verdi... Sarp dağlardan oluşmayan arazilerde kıpırdayamaz hâle geldi... Hakkari başta olmak üzere arazinin mevzilenmeye müsait olduğu bölgelerde de son on yılın en büyük zayiatını yaşadı... Elbette yok olmuş değil... Ama o BDP’lilerin dile getirdiği ve kimi ‘zekâdan mahrum vatanseverler’in de atladığı ‘400 kilometrelik alan hâkimiyeti’ şeklindeki psikolojik savaş palavrası, yerle bir edildi...
Başkent’in zulalarında ise başka şeyler dönüyor... Dağlardaki başarının tersine, sanki teröre yenik düşmüşüz de, şimdi çıkış kapısı arıyormuşuz, hatta Öcalan’dan, ‘açlık grevleri’nin bitirilmesindekine benzer ‘himmet’ bekliyormuşuz gibi bir hava hâkim...
Ülkeyi yönetenlerin terörle mücadelede, güvenlik güçlerinin gösterdiği başarıya paralel bir siyaset yürütemedikleri kesin... Tam da bu noktada içimizi kemiren şüphe başlıyor... Şemdinli örneğinde olduğu gibi, PKK’nın sivil halkı yanına alma teşebbüsleri boşa çıkmışken, KCK tamamen dökülmüşken, örgüt önümüzdeki bahara çıkmayı bile ‘kâr’ sayarken, bu zamanlama ve bu görüşmeler neyin nesi?
İşin bir başka garip tarafı da ısrarla yayılan şu hava: Sanki sıkışan PKK değil, devlet!.. Zaten milletin büyük çoğunluğu da artık terörizme karşı silahlı mücadeleyle sonuç alınamayacağına inanıyor!..
Ismarlama anketlerle önce kamuoyu hazırlanıyor... Silahların tek taraflı değil, karşılıklı susturulması gerektiği fikrine insanlar ısındırılmak isteniyor... ‘Analar ağlamasın’ şeklinde kimsenin itiraz edemeyeceği sözler sarf ediliyor ve bu arada anaların asker oğluyla ‘gerilla’ oğlu, aynı kefeye konuluyor...
Psikolojik savaş taktisyenlerine göre, ‘barış’ı sabote edebilecek Türkler ve Kürtler var!.. Belli ki bu sözlerle, ‘karanlığa zar atılırken’ karşı çıkanlar itham edilecek... ‘Meçhule gidiş’e direnen bütün güçlerin aslında ‘terörün devamından yana’ oldukları, hatta ‘kandan beslendikleri’ propaganda edilmeye başlandı bile... Direnci anlamsızlaştırmaya ve değersizleştirmeye yönelik bu sinsice yöntemleri, sıkça görmeye devam edeceğiz...
İyice köşeye sıkışmış teröristi teslim almak yerine, ‘teslim olmak’ şeklinde yorumlanabilecek adımları atanlar, zordaki örgüte nefes ve zaman aldırdıklarının farkındalar mı acaba? Bu oyuna ne zamana kadar kanacağız? Havaların ısınmasıyla birlikte ilk baskını yiyene kadar mı? O vakit yine kimin sesi çok çıkacak? Bugün “Yanlış yoldasınız” diyenlerin mi, “Yok yok, bunu yapsa yapsa barış sürecini baltalamak isteyen derin PKK yapmıştır” diyecek psikolojik savaşçıların mı?
Gerçi çözüm zor değil... Yine ‘gözlerdeki barış pırıltısı’nı yakalamak için Kandil’e gazeteci gönderir, suçu da Bahozlara atarız!.. Siyasetçilerin ağzından “Kanları yerde kalmayacak” nakaratını duyar, eğer yenisi icat edilmemişse “Bıçak kemiğe dayandı” klasiğiyle idare ederiz!..
Hz. Musa tutmazsa, bir de Hz. İsa’yı deneriz!...
Fırsatı yakalamışken, Hasan Cemal de Kandil’in duygularına tercüman kesilmiş... Onlar olmadan ‘barış’ olmaz anlamında yazıyor ve devletin ‘sıkışmış’olduğundan hareketle tekliflerini sıralıyor: Silahların tek taraflı değil ‘karşılıklı’ susması, af, Kürtçe eğitim ve bugün KCK’ları cezaevlerine yollayan suçların suç olmaktan çıkarılması...
Eh, devlet bu derece ‘teslim olmaya yaklaşmışken’diğerleri de ağzındaki baklaları çıkarmasalar olmaz... “Neye karşılık?” sorusuna cevap aramadan, ‘barışa yaklaşmış’olmanın heyecanını paylaşıyorlar birbirleriyle... Bir yandan da endişeleri var... Daha önce de benzer süreçler yaşanmış ama ‘tam da bu zamanda’ süreci sabote eden eylemler gerçekleşmiş!.. Mesela Silvan saldırısı bu çerçevedenmiş!..
Medya yıllardır PKK içinden ‘iyi PKK’çıkarmaya çalışıyor ve nerede savunulamayacak bir eylem olsa onu ‘kötü PKK’ya fatura ediyor... Tam da ‘barış’ı yakalayacakken ‘kötü’nün mesaisi başlıyor!.. Buna ‘derin PKK’ bile diyebilirmişiz!.. Mesela Kandil’e gidip Karayılan’la röportaj yapanların, onun gözünde ‘barış pırıltısı’ yakalayanların, Yeşiltaş Karakolu baskınıyla ilgili işin içinde olduğunu belgeleyen telsiz görüşmelerini ısrarla ıska geçmelerini galiba görmemeliymişiz!..
Şüphesiz devletin terörle mücadelesi, dağlardan ibaret değil... Bir de ‘psikolojik ayak’ var ve handikap burada başlıyor... Şu gerçeğin altını kalınca çizmemiz gerekiyor: Kurşun vurur, psikolojik savaş ise teslim alır!..
Bugün güvenlik güçlerinin dağlarda kazandıkları zaferlerle, psikolojik savaştaki durum arasında ters orantı var... Son bir buçuk yılda PKK, tarihinin en büyük kayıplarını verdi... Sarp dağlardan oluşmayan arazilerde kıpırdayamaz hâle geldi... Hakkari başta olmak üzere arazinin mevzilenmeye müsait olduğu bölgelerde de son on yılın en büyük zayiatını yaşadı... Elbette yok olmuş değil... Ama o BDP’lilerin dile getirdiği ve kimi ‘zekâdan mahrum vatanseverler’in de atladığı ‘400 kilometrelik alan hâkimiyeti’ şeklindeki psikolojik savaş palavrası, yerle bir edildi...
Başkent’in zulalarında ise başka şeyler dönüyor... Dağlardaki başarının tersine, sanki teröre yenik düşmüşüz de, şimdi çıkış kapısı arıyormuşuz, hatta Öcalan’dan, ‘açlık grevleri’nin bitirilmesindekine benzer ‘himmet’ bekliyormuşuz gibi bir hava hâkim...
Ülkeyi yönetenlerin terörle mücadelede, güvenlik güçlerinin gösterdiği başarıya paralel bir siyaset yürütemedikleri kesin... Tam da bu noktada içimizi kemiren şüphe başlıyor... Şemdinli örneğinde olduğu gibi, PKK’nın sivil halkı yanına alma teşebbüsleri boşa çıkmışken, KCK tamamen dökülmüşken, örgüt önümüzdeki bahara çıkmayı bile ‘kâr’ sayarken, bu zamanlama ve bu görüşmeler neyin nesi?
İşin bir başka garip tarafı da ısrarla yayılan şu hava: Sanki sıkışan PKK değil, devlet!.. Zaten milletin büyük çoğunluğu da artık terörizme karşı silahlı mücadeleyle sonuç alınamayacağına inanıyor!..
Ismarlama anketlerle önce kamuoyu hazırlanıyor... Silahların tek taraflı değil, karşılıklı susturulması gerektiği fikrine insanlar ısındırılmak isteniyor... ‘Analar ağlamasın’ şeklinde kimsenin itiraz edemeyeceği sözler sarf ediliyor ve bu arada anaların asker oğluyla ‘gerilla’ oğlu, aynı kefeye konuluyor...
Psikolojik savaş taktisyenlerine göre, ‘barış’ı sabote edebilecek Türkler ve Kürtler var!.. Belli ki bu sözlerle, ‘karanlığa zar atılırken’ karşı çıkanlar itham edilecek... ‘Meçhule gidiş’e direnen bütün güçlerin aslında ‘terörün devamından yana’ oldukları, hatta ‘kandan beslendikleri’ propaganda edilmeye başlandı bile... Direnci anlamsızlaştırmaya ve değersizleştirmeye yönelik bu sinsice yöntemleri, sıkça görmeye devam edeceğiz...
İyice köşeye sıkışmış teröristi teslim almak yerine, ‘teslim olmak’ şeklinde yorumlanabilecek adımları atanlar, zordaki örgüte nefes ve zaman aldırdıklarının farkındalar mı acaba? Bu oyuna ne zamana kadar kanacağız? Havaların ısınmasıyla birlikte ilk baskını yiyene kadar mı? O vakit yine kimin sesi çok çıkacak? Bugün “Yanlış yoldasınız” diyenlerin mi, “Yok yok, bunu yapsa yapsa barış sürecini baltalamak isteyen derin PKK yapmıştır” diyecek psikolojik savaşçıların mı?
Gerçi çözüm zor değil... Yine ‘gözlerdeki barış pırıltısı’nı yakalamak için Kandil’e gazeteci gönderir, suçu da Bahozlara atarız!.. Siyasetçilerin ağzından “Kanları yerde kalmayacak” nakaratını duyar, eğer yenisi icat edilmemişse “Bıçak kemiğe dayandı” klasiğiyle idare ederiz!..
Hz. Musa tutmazsa, bir de Hz. İsa’yı deneriz!...
Cancer Survivor's 10 Tips for the Healthcare System
Nothing is a waste of time if you use the experience wisely - Auguste Rodin
Pharma & Healthcare
Much has changed over the last 20 years for people with cancer. Pat Elliott describes how far things have come for patients while also shedding light on how more improvements are still necessary. With Pat’s permission, I am excerpting an email she shared with Brad Tritle who is one of my co-editors on the upcoming HIMSS book “Engage! Transforming Health Care Through Digital Patient Engagement”. The following is a brief profile of Pat:
Pharma & Healthcare
Much has changed over the last 20 years for people with cancer. Pat Elliott describes how far things have come for patients while also shedding light on how more improvements are still necessary. With Pat’s permission, I am excerpting an email she shared with Brad Tritle who is one of my co-editors on the upcoming HIMSS book “Engage! Transforming Health Care Through Digital Patient Engagement”. The following is a brief profile of Pat:
- Professional background: Journalism, Marketing and PR Management for hospital systems, a global enterprise level EMR firm and global tech firms including Intel and HP.
- Personal: Two time cancer survivor. Breast cancer as a young adult, in full remission. Now living with a rare, chronic form of leukemia (CML) diagnosed three years ago.
- Online bio: http://www.empowher.com/users/pat-elliott and http://www.cmleukemia.com/pat-elliott.html
As I was thinking about my own experiences, and the way healthcare professionals treat patients, I realized that most seem to think we are still in the model that existed with my first cancer diagnosis – a time when patients did what they were told and didn’t have other resources for information or support. E-Patient Dave calls that the car wash approach – you go on the conveyor belt and get shoved through, with everything happening to you as you are passively moved along. It’s a good description.With Pat’s deep experience, she made 10 suggestions for providers who want to improve that I have excerpted below with some annotation in italics.
With the second cancer I have had access to information and resources, through the Internet, that enabled me to understand my cancer and treatment options, get the follow-up information needed to recover and move forward, avoid medical mistakes, feel less isolated even though what I had was very rare (many CML patients have never met another human being with CML) and, generally, all of these things supported the healing process and a return to more of a normal life. A cost analysis would likely also show this has a cost savings benefit for the healthcare system too.
Differences with the second diagnosis include:
- Immediate ability to research the diagnosis, treatment and prognosis online from reputable sources. Current info. Books go out of date within months.
- Ability to check out a computer in the hospital and do immediate follow up, real time, on the information provided, tests scheduled, etc.
- Easily built a website (Caring Bridge) as a communications tool/relieved tremendous stress and burdens at a critical time
- Ability to tap into a site (Lotsa Helping Hands) with online tools to schedule and set up patient support
- Used a Google Group for friends to organize food support, deliveries, meals, etc.
- Providers were focused mainly on clinical aspects. Most of the information needed to process the diagnosis and live with the disease/treatment came from other patients. This gap causes a distrust of the providers and makes the information from fellow patients seem more credible.
- Providers – and the marketing firms after their business – act like social media is new. Patients have been online since the bulletin board days, before social media even had a name. Some patient communities have existed for decades, have highly credible leadership, and offer real world information. ACOR.
- New communities spring up organically through Yahoo and Google Groups and orchestrated health website platforms.
- Able to attend virtual educational programs online with world class experts in my disease, with people from around the world.
- Able to go far beyond consumer media and access clinical journals thru basic tools (journals, Google Scholar) and sites that aggregate the data (Medify)
- Because my leukemia is rare, and the treatment is new and cutting edge, it’s difficult to find a true expert. When I ran into issues I was able to reach world class experts, at no cost, through an online portal run by a nonprofit advocacy organization, to get expert advice on a medical opinion I got in Phoenix which seemed off track. The local specialist aggressively tried to push me into a transplant that I did not need. I was able to get accurate information to take back to my primary oncologist and discuss with him the course of treatment I wanted and why and back it up with clinical data. To make a long story short I achieved the best possible clinical outcome within the optimal timeframe to give me a normal lifespan, living a good life and in good health. I avoided having a transplant I did not need that had a good chance of killing me or leaving me very ill afterwards while bankrupting me. None of that would have been possible in the old days. Most examples of patient empowerment are not that dramatic, but the key thing is that empowerment is about taking responsibility for your own health and well-being, in partnership with the right medical experts.
- Have run into both pluses and minuses with electronic medical records, system still very fragmented. BUT have no records at all from first cancer.
- Encounter very sophisticated scammers with websites, social media platforms selling fraudulent cures, information, etc. Done so well that it would be easy to fool many consumers, especially people who are desperate.
- Cookies – label you as a patient, impact the ads you see, lead to things like ads for fraudulent drug sales sites claiming lower pricing – no one regulating this
- Mobile apps – Marketers keep pushing as the next big thing – Reality is that those most in need of support are being missed. Due to age/computer literacy/inability to afford a mobile device. Some cancer apps, for example, only come in mobile versions.
- Privacy – old days you could keep things private. Today it’s all searchable. Forces younger people into the closet, cuts off access to support resources. Beyond that, some sites claiming to be patient support sites are data mining sites. Needs oversight and protections.
- Include patient input in the design and development process, and build in feedback mechanisms.
- Don’t assume providers know what’s best (i.e., the old model). Sit down and talk to patients. Often we are more knowledgeable about our needs than your employees. The video in Historic Day in Open Notes put together by physicians describes the contrast between the old and new model.
- Do usability testing and such that reflects the real world of the patient user – ie: When you are seriously ill your mind works differently and tasks that were simple while healthy become much more difficult.
- Recognize that it takes a unique skill set for someone to communicate the health jargon and technology jargon in a manner that the patient can easily absorb and understand. The end user’s ability to use and understand the tools is what’s paramount. As I said in an earlier piece, Doctors are a Broken Record We Don’t Understand > 80% of the Time and so some providers are borrowing an approach from the Khan Academy.
- Figure out how to make things simpler easier, ie: getting all the medical records and testing data in one, secure place.
- Do not make everything mobile. People are still on desktops. Patients can face visual, dexterity and other problems. Mobile devices may be cost-prohibitive.
- Be transparent. IE: Hospital chain cancer support site buried their name in the Terms of Service. Fool us, and we will out you.
- Recognize that old tricks – like best doctor’s lists – no longer work. Patient word of mouth, which is now online formally and informally, can make or break referrals. Physicians who do videos saying XYZ hospital is the best no longer work. Physicians who demonstrate expertise in their area may result in a patient travelling a long distance to get that expertise. Business is no longer just a local market decision when it comes to serious medical conditions.
- Provider messaging in social media is advertising driven in most cases, and is not helpful. Invest in people with the right skills and level of maturity for your communications programs. Too many health sites and social media platforms are handled by healthy young people who lack sensitivity to the patient population or how to discuss a serious medical condition. Walmart has made the biggest move yet in fostering domestic medical tourism. Now every cardiac or spinal specialist is competing with Mayo, Cleveland Clinic and others. This will be extended to other conditions. In the ascending “no outcome, no income” era, providers need to also recognize that Patient Engagement is the Blockbuster Drug of the Century. They also are recognizing that there’s a strong business case for patient engagement.
- Recognize patients today go to Dr. Google first for information, and it’s the “wild, wild, west” out there. New HIT tools and systems have been under development for years but there has not been a coordinated focus on the consumer side. Wikipedia is often the #1 choice of patients for information. The reality is that the #1 “patient portal” is WebMD with over 100M consumers regularly visiting their site, not the the administratively-focused, silo’ed patient portals that have been a “marketing checkbox item” for EMRs. Sophisticated patient relationship management (PRM), as outlined in the aforementioned business case article, is where patient portal technologies are going. PRM systems recognize that the most important “medical instrument” is communication. There’s no need to reinvent the wheel (a common healthcare provider ill) — they can and should curate the most useful tools they can direct patients to whether it’s ACOR or a disease-specific community if they have tools or information that will be useful. That curation process is immensely helpful for patients as they are flooded with information. Providers can help separate the wheat from the chaff.
Friday, January 04, 2013
How to deliver bad news to patients: 9 tips to do it better
By ALEX LICKERMAN, MD | PHYSICIAN | JANUARY 2, 2013
My heart began pounding as I listened to the sound of the dial tone in my ear. After three rings a woman answered groggily and uncertainly, “H-hello?”
“Mrs. Peterson?” I asked. My voice trembled slightly. It was 2 a.m., and I’d awakened her from what I imagined had been a troubled sleep.
“Yes?”
“This is Dr. Lickerman. I’m calling from the hospital.” I paused. “I’m calling about your husband.”
There was silence. Then a breathless, “Yes?”
“Mrs. Peterson, I’m the resident on call taking care of your husband. Your husband—your husband’s suffered a complication. You know the heart attack he came in for was very serious. A large part of his heart had stopped working. Well, Mrs. Peterson, I just don’t know how to say this to you but…your husband passed away tonight. We tried everything we could to save him but there was just too much damage to his heart. It just couldn’t keep pumping blood. I’m … so sorry. I don’t know how—I’m just really sorry. I wish I weren’t telling you this over the phone …”
A few more minutes of silence passed, and I realized she was crying. “I understand,” she said finally. “Thank you.” Then she asked, “What do I do now?”
Relief coursed through me. “There’s a hospital administrator on the line—”
“Hello,” the hospital administrator said gently.
“—he’s going to explain everything you need to do.” I paused. “Mrs. Peterson, I am just so sorry…”
“Thank you,” she said quietly. When I hung up I found my hands were literally shaking.
I was a first year resident, and this was the first time I’d ever had to tell a family member a loved one had died. It had happened in the middle of the night so I’d had no choice but to deliver the news over the phone. Not only that, but because I was covering for another resident and had only met Mr. Peterson (not his real name) that night after his heart had stopped and I’d been called to try to resuscitate him, his wife ended up hearing the news of his death from a total stranger. It was an experience I will never forget.
Doing it better
In the years since then, I’ve had to deliver that kind of news to families a score of times and bad news of a slightly lesser magnitude hundreds of times. In all honesty—and contrary to the popular saying—it has in fact become easier, partly because I’ve learned to do it better, I think, and partly because the more you do anything the less it stirs up the emotion that initially accompanied it. What follows is the approach I’ve developed over the years to deliver bad news in the most compassionate manner possible.
Prepare yourself to feel badly. Doctors enter medicine with the hope of making patients feel better. However, when delivering bad news, that’s not what happens. No matter how people feel before I give them bad news, afterward they always feel worse. If I don’t recognize this as normal, that working hard to make people feel good about bad news is not only counterproductive to the grieving process but potentially deleterious for our doctor-patient relationship, in the long run I’ll add to my patients’ pain rather than diminish it.
Set the context. When delivering bad news of any kind, providing the recipient time to prepare themselves can be helpful. My attempt to do this with Mrs. Peterson was clumsy (“You know the heart attack he came in for was very serious”), but my intent was honest: I wanted her to realize I was about to tell her something awful. The phrase “brace yourself” carries more than a metaphorical meaning in this context. Psychologically, even a single moment of preparation can mute the pain of hearing bad news, if only a little.
Deliver the bad news clearly and unequivocally. I don’t say, “There’s a shadow on your chest x-ray” or “You have a lesion in your lung” or even “You have a tumor.” I say, “You have cancer.” The temptation to soften the blow by using jargon is surprisingly powerful but extremely detrimental. At best, it delays the patient’s understanding of the truth; at worst, it promotes their denial of it.
Stop. When a person receives bad news, they always have some kind of reaction. Some cry. Some get angry. Some sit quietly in numbed shock. Some refuse to believe what they’ve been told. My job at that point, however, isn’t to clarify, mollify, restate, or defend the diagnosis or myself. My job is to respond to their reaction and help them through it. I vividly remember the first time I had to tell a patient and his family he had lung cancer, some time after my late night call to Mrs. Peterson. I came into the room to find ten or so family members gathered around my patient’s bed. I set the context, I delivered the news clearly, and then I launched into thirty minutes of clarifying explanation. When I finally paused to take a breath and to allow my patient to react to what I’d told him, he only looked at me with a sad expression and mumbled in a subdued voice, “I thought I had more time.” He hadn’t, of course, heard a word I’d said after I’d said the word “cancer.” The only person I’d been attempting to treat with my soliloquy had been myself.
Ask for questions. Once a person’s reaction has run its course, or at least paused, I always ask if they have any questions. Often they don’t, at least at first. But often they do. I answer them all as honestly and directly as I can. Surprisingly, or perhaps not so surprisingly, people rarely ask the questions doctors dread most: Is this terminal? How long do I have? How likely is the treatment to cure me?
But sometimes they do. When patients ask if their illness is terminal, I tell them the truth: the percentage of people who survive any illness breaks down into two groups, those who survive and those who don’t. The percentage may be dramatically and tragically skewed toward those who don’t, but I emphasize that no one can predict into which group any particular patient will fall. One thing I’ve learned in my years of practice, both as a doctor and a Buddhist, is that nothing is certain…
Never destroy hope … except for one thing: if you destroy a person’s hope for a good outcome, they’ll suffer far more on the way to whatever bad outcome may be in store for them than if they’d had the opportunity to approach it full of hope. Especially when the quantity of life left may be short, the quality of life becomes even more important, and I’m convinced that nothing lessens the quality of life more than living it without hope. How do you prevent hope from failing when the outcome is so likely grim? I have no ready answer. I often make statements about the frenzied pace with which new knowledge and treatments are discovered and once or twice have even seen a new discovery make a difference in a person’s prognosis. But often it’s what I don’t say that allows people to continue to hope. It’s every person’s natural tendency to continue to hope even in the face of terrible odds, and whenever I believe I need to say something that risks interfering with their belief that things may somehow work out all right, I think very carefully before I speak. I never lie, but neither do I automatically verbalize everything I’m thinking. In general, I try not to enable false hope, but I always wonder if that does more harm than good. I honestly don’t know.
Express your commitment of support. I always make a point to say to every person to whom I deliver bad news, “I will not abandon you.” I am continually amazed at the level of relief this provides. Just knowing there is someone in a position of confidence and authority who genuinely cares about what happens to them, who can explain the things that occur during the course of their illness and simply be available to them, is enormously relieving to most people. I also add, if it applies, “I will not let you suffer.” Adequate training in pain relief is woefully sparse in most medical schools and residency programs, but the technology exists to mitigate, if not completely control, the pain of most (though not all) illnesses.
Make a plan. I always give patients a series of instructions at the end of a visit in which I’ve delivered bad news. I tell them:
Write your questions down. Once the shock of hearing the bad news wears off—usually after they’ve returned home—many questions typically arise. I promise to answer them all, either on the phone or at our next visit, which I always schedule before they leave my office.
Tell your family. People frequently struggle with this, often thinking first of the impact their illness will have on their loved ones rather than themselves, and seek to insulate their family—or specific members of it—from the news. I am convinced this does more harm than good in most situations: it prevents damaged relationships from having a chance to heal and often creates more angst than it resolves, not to mention cuts off critical avenues of support. People who choose to die with secrets often leave wounds in survivors that never heal.
Prepare yourself for what comes next. It may be more testing. It may be treatment. It may be both. It may be neither. The last is the hardest to bear, I think. At least while you’re engaged in treatment you’re doing something active, fighting the diagnosis in a concrete way. Many people become inconsolably anxious once their treatment stops because at that point all they have left to do is wait for a relapse.
Finally, follow up. Whether by phone or in person, I always talk with the person again within a week. Often, the person will have made surprising progress in coming to terms with the news that’s been delivered. The human mind has a remarkable capacity to adjust to tragedy, and in fact I believe begins to cope with bad news the moment it’s delivered. Many people agree that the wait for bad news is almost worse than actually receiving it. At least once you receive it—even if it’s the worst you feared—you can begin to take action to deal with it.
The importance of caring
All of us will receive bad news—devastating news—in the course of our lives, if we haven’t already. Studies have shown patients and their families remember the way bad news is delivered—the exact words doctors use, how they looked, and whether they seemed to sincerely care—for the rest of their lives.
Which is why every time I’m about to enter a patient’s exam room to deliver bad news myself I pause and remember Mrs. Peterson, a woman I’ve never seen or heard from since, but whose life I irrevocably changed in the middle of the night while she lay at home in bed without her husband next to her—as she would from that point forward—all those years ago.
My heart began pounding as I listened to the sound of the dial tone in my ear. After three rings a woman answered groggily and uncertainly, “H-hello?”
“Mrs. Peterson?” I asked. My voice trembled slightly. It was 2 a.m., and I’d awakened her from what I imagined had been a troubled sleep.
“Yes?”
“This is Dr. Lickerman. I’m calling from the hospital.” I paused. “I’m calling about your husband.”
There was silence. Then a breathless, “Yes?”
“Mrs. Peterson, I’m the resident on call taking care of your husband. Your husband—your husband’s suffered a complication. You know the heart attack he came in for was very serious. A large part of his heart had stopped working. Well, Mrs. Peterson, I just don’t know how to say this to you but…your husband passed away tonight. We tried everything we could to save him but there was just too much damage to his heart. It just couldn’t keep pumping blood. I’m … so sorry. I don’t know how—I’m just really sorry. I wish I weren’t telling you this over the phone …”
A few more minutes of silence passed, and I realized she was crying. “I understand,” she said finally. “Thank you.” Then she asked, “What do I do now?”
Relief coursed through me. “There’s a hospital administrator on the line—”
“Hello,” the hospital administrator said gently.
“—he’s going to explain everything you need to do.” I paused. “Mrs. Peterson, I am just so sorry…”
“Thank you,” she said quietly. When I hung up I found my hands were literally shaking.
I was a first year resident, and this was the first time I’d ever had to tell a family member a loved one had died. It had happened in the middle of the night so I’d had no choice but to deliver the news over the phone. Not only that, but because I was covering for another resident and had only met Mr. Peterson (not his real name) that night after his heart had stopped and I’d been called to try to resuscitate him, his wife ended up hearing the news of his death from a total stranger. It was an experience I will never forget.
Doing it better
In the years since then, I’ve had to deliver that kind of news to families a score of times and bad news of a slightly lesser magnitude hundreds of times. In all honesty—and contrary to the popular saying—it has in fact become easier, partly because I’ve learned to do it better, I think, and partly because the more you do anything the less it stirs up the emotion that initially accompanied it. What follows is the approach I’ve developed over the years to deliver bad news in the most compassionate manner possible.
Prepare yourself to feel badly. Doctors enter medicine with the hope of making patients feel better. However, when delivering bad news, that’s not what happens. No matter how people feel before I give them bad news, afterward they always feel worse. If I don’t recognize this as normal, that working hard to make people feel good about bad news is not only counterproductive to the grieving process but potentially deleterious for our doctor-patient relationship, in the long run I’ll add to my patients’ pain rather than diminish it.
Set the context. When delivering bad news of any kind, providing the recipient time to prepare themselves can be helpful. My attempt to do this with Mrs. Peterson was clumsy (“You know the heart attack he came in for was very serious”), but my intent was honest: I wanted her to realize I was about to tell her something awful. The phrase “brace yourself” carries more than a metaphorical meaning in this context. Psychologically, even a single moment of preparation can mute the pain of hearing bad news, if only a little.
Deliver the bad news clearly and unequivocally. I don’t say, “There’s a shadow on your chest x-ray” or “You have a lesion in your lung” or even “You have a tumor.” I say, “You have cancer.” The temptation to soften the blow by using jargon is surprisingly powerful but extremely detrimental. At best, it delays the patient’s understanding of the truth; at worst, it promotes their denial of it.
Stop. When a person receives bad news, they always have some kind of reaction. Some cry. Some get angry. Some sit quietly in numbed shock. Some refuse to believe what they’ve been told. My job at that point, however, isn’t to clarify, mollify, restate, or defend the diagnosis or myself. My job is to respond to their reaction and help them through it. I vividly remember the first time I had to tell a patient and his family he had lung cancer, some time after my late night call to Mrs. Peterson. I came into the room to find ten or so family members gathered around my patient’s bed. I set the context, I delivered the news clearly, and then I launched into thirty minutes of clarifying explanation. When I finally paused to take a breath and to allow my patient to react to what I’d told him, he only looked at me with a sad expression and mumbled in a subdued voice, “I thought I had more time.” He hadn’t, of course, heard a word I’d said after I’d said the word “cancer.” The only person I’d been attempting to treat with my soliloquy had been myself.
Ask for questions. Once a person’s reaction has run its course, or at least paused, I always ask if they have any questions. Often they don’t, at least at first. But often they do. I answer them all as honestly and directly as I can. Surprisingly, or perhaps not so surprisingly, people rarely ask the questions doctors dread most: Is this terminal? How long do I have? How likely is the treatment to cure me?
But sometimes they do. When patients ask if their illness is terminal, I tell them the truth: the percentage of people who survive any illness breaks down into two groups, those who survive and those who don’t. The percentage may be dramatically and tragically skewed toward those who don’t, but I emphasize that no one can predict into which group any particular patient will fall. One thing I’ve learned in my years of practice, both as a doctor and a Buddhist, is that nothing is certain…
Never destroy hope … except for one thing: if you destroy a person’s hope for a good outcome, they’ll suffer far more on the way to whatever bad outcome may be in store for them than if they’d had the opportunity to approach it full of hope. Especially when the quantity of life left may be short, the quality of life becomes even more important, and I’m convinced that nothing lessens the quality of life more than living it without hope. How do you prevent hope from failing when the outcome is so likely grim? I have no ready answer. I often make statements about the frenzied pace with which new knowledge and treatments are discovered and once or twice have even seen a new discovery make a difference in a person’s prognosis. But often it’s what I don’t say that allows people to continue to hope. It’s every person’s natural tendency to continue to hope even in the face of terrible odds, and whenever I believe I need to say something that risks interfering with their belief that things may somehow work out all right, I think very carefully before I speak. I never lie, but neither do I automatically verbalize everything I’m thinking. In general, I try not to enable false hope, but I always wonder if that does more harm than good. I honestly don’t know.
Express your commitment of support. I always make a point to say to every person to whom I deliver bad news, “I will not abandon you.” I am continually amazed at the level of relief this provides. Just knowing there is someone in a position of confidence and authority who genuinely cares about what happens to them, who can explain the things that occur during the course of their illness and simply be available to them, is enormously relieving to most people. I also add, if it applies, “I will not let you suffer.” Adequate training in pain relief is woefully sparse in most medical schools and residency programs, but the technology exists to mitigate, if not completely control, the pain of most (though not all) illnesses.
Make a plan. I always give patients a series of instructions at the end of a visit in which I’ve delivered bad news. I tell them:
Write your questions down. Once the shock of hearing the bad news wears off—usually after they’ve returned home—many questions typically arise. I promise to answer them all, either on the phone or at our next visit, which I always schedule before they leave my office.
Tell your family. People frequently struggle with this, often thinking first of the impact their illness will have on their loved ones rather than themselves, and seek to insulate their family—or specific members of it—from the news. I am convinced this does more harm than good in most situations: it prevents damaged relationships from having a chance to heal and often creates more angst than it resolves, not to mention cuts off critical avenues of support. People who choose to die with secrets often leave wounds in survivors that never heal.
Prepare yourself for what comes next. It may be more testing. It may be treatment. It may be both. It may be neither. The last is the hardest to bear, I think. At least while you’re engaged in treatment you’re doing something active, fighting the diagnosis in a concrete way. Many people become inconsolably anxious once their treatment stops because at that point all they have left to do is wait for a relapse.
Finally, follow up. Whether by phone or in person, I always talk with the person again within a week. Often, the person will have made surprising progress in coming to terms with the news that’s been delivered. The human mind has a remarkable capacity to adjust to tragedy, and in fact I believe begins to cope with bad news the moment it’s delivered. Many people agree that the wait for bad news is almost worse than actually receiving it. At least once you receive it—even if it’s the worst you feared—you can begin to take action to deal with it.
The importance of caring
All of us will receive bad news—devastating news—in the course of our lives, if we haven’t already. Studies have shown patients and their families remember the way bad news is delivered—the exact words doctors use, how they looked, and whether they seemed to sincerely care—for the rest of their lives.
Which is why every time I’m about to enter a patient’s exam room to deliver bad news myself I pause and remember Mrs. Peterson, a woman I’ve never seen or heard from since, but whose life I irrevocably changed in the middle of the night while she lay at home in bed without her husband next to her—as she would from that point forward—all those years ago.
Three Resolutions for Every Leader
As the new year fast approaches, many of us will be thinking about how we can change our lives for the better in 2013, and make a number of resolutions accordingly. For all of you leaders out there (and really, we’re all leaders in one capacity or another), here are three resolutions I suggest you consider, to improve your organizational performance.
Listen more: I’ve written previously about our tendency to be poor listeners citing the sorry statistic that we listen at about a 25 percent comprehension rate. Two recent events brought this home to me on a very personal level. The first was a thirty minute so-called “exchange of ideas” meeting with the CEO of a company with whom I was considering a partnership. He spoke for at least twenty-seven of those thirty minutes, with no regard whatsoever for my input. Some exchange! More like a verbal tsunami. Not long afterward I was on the phone with someone who also graduated from the machine gun school of conversation. At one point, when I was able to squeeze a word into this ‘conversation,’ I mentioned the importance of listening in successful consulting engagements. He immediately broke in saying, “You’re right; I used to talk a lot, but now I mostly listen.” It was everything I could do to withhold my laughter. Not only is this behavior impolite, it’s counter-productive. We spend seven out of every ten minutes communicating with someone, and fully 45 percent of our time at the office is spent listening. If just a quarter of that information is getting through, think of the knowledge and productivity we’re squandering.
Connect the dots: The CEO of a utility company asked his workers why they get up at 2:00 a.m., go out in the snow and risk their lives climbing a pole to get the electricity back up and running. Not a single one said it was because of the extra overtime money he’d receive. Instead, they replied that they did it because of the feeling they get upon seeing that cascade of lights come back on across the community. They know there are a lot of happy people there, and that provides them with a feeling of deep satisfaction. That’s connecting the dots between a job and the outcome it produces for a customer, and it doesn’t take a power outage to produce it. What can you do to make that connection for your employees?
Question “expert” advice: I recently had the chance to hear a well-known business guru address an audience on a number of topics, including talent management and how to successfully negotiate change. His advice for talent? Hire all the 23 year olds you can because they’ll ask questions ‘older’ workers are too hardened to ask. Huh? This flies in the face of most thinking about maximizing human capital and harnessing employee knowledge. And it’s ridiculous to suggest that ‘older’ people don’t want to learn. Later, on the subject of change, he suggested that when people criticize the case for change ask them why five times and you’ll eventually get to something that’s embarrassing to them. I question this as well. Why would you try to humiliate someone to get them to support your change agenda? Surely there are better, more humane and dignified ways. There is so much advice out there these days, and in order to stay relevant and create attention for themselves in an increasingly crowded market, it seems some so-called experts feel they have to constantly push the envelope of accepted practice. However, in doing so their advice sometimes roars past the respectable label of iconoclastic and simply doesn’t fit with the reality on the ground. So listen to the experts (couldn’t resist another listening plug), but be sure to bring in your own unique blend of knowledge and experience when assessing their guidance and its relevance for your organization.
Listen more: I’ve written previously about our tendency to be poor listeners citing the sorry statistic that we listen at about a 25 percent comprehension rate. Two recent events brought this home to me on a very personal level. The first was a thirty minute so-called “exchange of ideas” meeting with the CEO of a company with whom I was considering a partnership. He spoke for at least twenty-seven of those thirty minutes, with no regard whatsoever for my input. Some exchange! More like a verbal tsunami. Not long afterward I was on the phone with someone who also graduated from the machine gun school of conversation. At one point, when I was able to squeeze a word into this ‘conversation,’ I mentioned the importance of listening in successful consulting engagements. He immediately broke in saying, “You’re right; I used to talk a lot, but now I mostly listen.” It was everything I could do to withhold my laughter. Not only is this behavior impolite, it’s counter-productive. We spend seven out of every ten minutes communicating with someone, and fully 45 percent of our time at the office is spent listening. If just a quarter of that information is getting through, think of the knowledge and productivity we’re squandering.
Connect the dots: The CEO of a utility company asked his workers why they get up at 2:00 a.m., go out in the snow and risk their lives climbing a pole to get the electricity back up and running. Not a single one said it was because of the extra overtime money he’d receive. Instead, they replied that they did it because of the feeling they get upon seeing that cascade of lights come back on across the community. They know there are a lot of happy people there, and that provides them with a feeling of deep satisfaction. That’s connecting the dots between a job and the outcome it produces for a customer, and it doesn’t take a power outage to produce it. What can you do to make that connection for your employees?
Question “expert” advice: I recently had the chance to hear a well-known business guru address an audience on a number of topics, including talent management and how to successfully negotiate change. His advice for talent? Hire all the 23 year olds you can because they’ll ask questions ‘older’ workers are too hardened to ask. Huh? This flies in the face of most thinking about maximizing human capital and harnessing employee knowledge. And it’s ridiculous to suggest that ‘older’ people don’t want to learn. Later, on the subject of change, he suggested that when people criticize the case for change ask them why five times and you’ll eventually get to something that’s embarrassing to them. I question this as well. Why would you try to humiliate someone to get them to support your change agenda? Surely there are better, more humane and dignified ways. There is so much advice out there these days, and in order to stay relevant and create attention for themselves in an increasingly crowded market, it seems some so-called experts feel they have to constantly push the envelope of accepted practice. However, in doing so their advice sometimes roars past the respectable label of iconoclastic and simply doesn’t fit with the reality on the ground. So listen to the experts (couldn’t resist another listening plug), but be sure to bring in your own unique blend of knowledge and experience when assessing their guidance and its relevance for your organization.
Thursday, January 03, 2013
Tarihi Çarpıtanlar- Sinan Meydan
...insanın aklına, Başbakanın
tarih hocaları kimler? Ya da Başbakanı Cumhuriyet tarihi yalanlarıyla
kandıranlar kimler? sorusu geliyor?
İşte Başbakanın Tarih Hocaları
Emperyalizmin
güdümündeki “yobaz” ,”liboş” ve “II. Cumhuriyetçi” tayfa, Türkiye’de
“Resmi tarih yalan söylüyor” diyerek, önce insanları bildiklerinin
“yalan” olduğuna inandırmakta, daha sonra da şüphe içindeki insanlara,
“Bu yalanları düzeltiyoruz” diyerek kurgusal bir tarih yazmaktadırlar.
Asıl yalan olan, bu yobaz, liboş, II.Cumhuriyetçi tayfanın yazdığı
kurgusal tarihtir. Bunlar kelimenin tam anlamıyla Cumhuriyet tarihi
yalanlarıdır.
Evet!
Resmi tarih de zaman zaman yalan söylemiştir. Ancak bu yalanlar hiçbir
zaman emperyalizmin güdümündeki Cumhuriyet tarihi yalancılarının
yalanları boyutunda “kuyruklu yalanlar” değildir.Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yakın tarihle ilgili açıklamaları” onun da Cumhuriyet tarihi yalanlarından çok fazla etkilendiğini göstermektedir. Özellikle
Türkiye’nin ABD ve AB emperyalizmi çerçevesinde yeniden
biçimlendirilmeye çalışıldığı bu günlerde Cumhuriyet tarihi
yalancılarını ve söyledikleri yalanları bilmek hayati önem taşımaktadır.
Cumhuriyet tarihi yalancıları, 1930′lardan beri bıkıp usanmadan “yalandan kim ölmüş” misali sürekli yalan üretmektedirler.
İşte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı da derinden etkiledikleri anlaşılan belli başlı Cumhuriyet tarihi yalancıları:
1. Mevlanzade Rıfat:
I. Dünya Savaşı sonrasında Türk ordusuna ağır hakaretler eden ve bu
yüzden Atatürk tarafından ağır şekilde eleştirilen Mevlanzade Rıfat,
1929 yılında Halep’te basılan ve1933 yılında da Türkiye’de yayımlanan “Türkiye İnkılabı’nın İç Yüzü” adlı kitabında söze “yakın tarih yalan söylüyor!”
diye başlayarak Cumhuriyet tarihini alt üst etmiştir! Atatürk’e ve
çağdaş cumhuriyete düşmanlıkla kaleme alınmış bu kitapta gerçekler
tersine çevrilmiştir. Örneğin, Mevlanzade’ye göre Kurtuluş Savaşı’nı
Atatürk değil Vahdettin başlatmıştır! Bugünkü Cumhuriyet tarihi
yalancılarının “ağababası” odur.
2. Rıza Nur:
Atatürk’ün 1927 yılında yazdığı Nutuk’ta Arnavutluk isyanından dolayı
eleştirdiği Rıza Nur, daha sonra yurt dışındayken kaleme alıp Atatürk’ün
ölümünden sonra yayınlanmasını istediği “Hayat ve Hatıratım” adlı kitabında akla hayale gelmeyecek yalanlar ve iftiralarla Atatürk’e saldırmıştır. Örneğin,
ona göre Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım bir genelev kadınıdır!
Atatürk’ün babası ise belli değildir; “Atatürk, soyu sopu belli olmayan
bir Makedonyalıdır!” Bu kitabı inceleyen uzman psikiyatrisiler, Rıza
Nur’un ruh sağlığının çok bozuk olduğu ve akli dengesinin yerinde
olmadığı sonucuna varmışlardır. (Bkz.Turgut Özakman, Dr. Rıza Nur Dosyası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995).
3.
Said-i Nursi: 5. Şuada Atatürk’e “deccal” ve “süfyan” diyen ve Atatürk
devrimlerine karşı çıkan Nursi, Kurtuluş Savaşı’nın onurunun Atatürk’e
değil Mehmetçiğe ait olduğunu belirterek, Atatürk’ün Kurtuluş
Savaşı’ndaki rolünü küçültmek hatta yok etmek için çok şeyler yazıp
söylemiştir.
4.
Kazım Karabekir: Kurtuluş Savaşı’nın birincil kadrosu içinde yer alan
ve özellikle Doğu zaferinin kazanılmasında başrolü oynayan Kazım
Karabekir Paşa, daha Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren Atatürk’le
karşı karşıya gelmiş, özellikle Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’le
yollarını tamamen ayırmış ve Atatürk’ün 1923′te kurduğu Halk Partisi’ne
karşı 1924′te Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur.
Atatürk devrimlerinin neredeyse tamamına cephe alan Karabekir, 1925′de
Şeyh Sait isyanıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması,
ardından İzmir Suikastı’yla ilişkilendirilerek İstiklal Mahkemelerinde
yargılanması, daha sonra da 1927 yılında Atatürk’ün Nutuk’unda ağır
eleştirilere maruz kalması üzerine kaleme sarılarak Atatürk’ün Kurtuluş
Savaşı’ndaki rolünü azaltan, buna karşı kendi rolünü arttıran kitaplar
ve yazılar yazmıştır. Karabekir’in, “İstiklal Harbimizin
Esasları” ve “İstiklal Harbimiz” adlı kitapları –Cumhuriyet tarihiyle
ilgili önemli gerçekleri de barındırmasına rağmen- özellikle Atatürk’ün
Cumhuriyet tarihindeki rolünü büyük oranda çarpıtarak verdiğinden, çok
dikkatle okunmalıdır. Örneğin, Karabekir Paşa, bu kitaplarında “Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı istemiyordu, onu ben ikna ettim!” ve “Atatürk dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu!” bile diyebilmiştir. İsmet İnönü’ye ağzına geleni söyleyen Başbakanın hiç Kazım Karabekir’e yönelik bir eleştirisini duydunuz mu?
5. Necip Fazıl: Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek, “Vahidüddin” ve “Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin”
adlı kitaplarında, konuşmalarında ve yazılarında, bir taraftan Kurtuluş
Savaşı’nı küçültmeye çalışırken, diğer taraftan bu savaşın başlamasında
vekazanılmasında Atatürk’ten çok Vahdettin’in etkili olduğu yalanını
söylemiştir.Şair Necip Fazıl, sonradan kazandığı İslami kimliğini
güçlendirmek amacıyla olsa gerek, kaçak halife-padişah Vahdettin’e sahip
çıkarak, onu aklamaya çalışarak kendince “Bir Müslümanı, bir Halifeyi korumuştur!”
Ancak bunu yaparken, bir Müslümana yakışmayacak biçimde belge
uydurmaktan ve açık gerçekleri çarpıtmaktan çekinmemiştir. Başbakanın
Necip Fazıl’dan sıkça alıntılar yapması, onun Necip Fazıl’dan fazlaca
etkilindekini göstermektedir.
6. Kadir Mısıroğlu: Atatürk
devrimlerine karşı olduğundan ara sıra Şapka devrimine tepki olsun diye
“fes” giyen Mısıroğlu, “Lozan Zafer mi Hezimet mi?”, “Osmanoğullarının
Dramı”, “Sarıklı Mücahitler”, “Geçmişi ve Geleceği İle Hilafet” adlı
kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında Atatürk’e, Kurtuluş
Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne “küfredercesine” saldırmıştır. Bunu
yaparken de bilinen bütün yakın tarihi tersyüz etmiş, örneğin, Kurtuluş
Savaşı’nın aslında çok önemsiz bir mücadele olduğunu, I. İnönü ve
Dumlupınar Meydan Muharebeleri’nin aslında olmadığını, Büyük Taarruz
sonrasında Mustafa Kemal’in İzmir’e nasıl geldiğini bile bilmediğini,
Vahdettin’in bir kahraman, Lozan’ın ise bir hezimet olduğunu
söyleyebilmiştir. Onun tarihi belgeleri çarpıtırken ortaya
koyduğu soğukkanlılık cidden etkileyicidir! Yakın tarihe hakim olmayan
biri, özellikle onu dinlerken kolayca bildiklerini sorgular hale
gelebilir. Özetle Mısıroğlu,yaşayan en büyük Cumhuriyet tarihi
yalancılarından biridir.
7.
Fikret Başkaya: Solcu Cumhuriyet tarihi yalancılarının ekolü Fikret
Başkaya’dır. Onun, “Paradigmanın İflası” adlı kitabı, Kemalizmi,
“Burjuva devrimi” diye tanımlayan Marksist dönmesi ve faşist Kürt
kesimin başucu kitabıdır. Onun en popüler yalanı, “Kurtuluş Savaşı’nın
antiemperyalist bir mücadele olmadığı; tam tersine Kürtleri ezen
emperyalist bir mücadele olduğu” yalanıdır. Özellikle, Atatürk’ü ve
Cumhuriyeti Kürtlerle kavgalı gösterme modasını başlatan odur.
8.
Prof. Yalçın Küçük: Cumhuriyet tarihini “alt üst eden” Solculardan biri
de Yalçın Küçük’tür! Araştırmalarına peşinen “bilinenleri alt üstetmek”
niyetiyle başlayan Küçük, “Türkiye Üzerine Tezler” ve “Aydın Üzerine
Tezler” adlı kitaplarında Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı’nı yeniden
yorumlayarak, bilinenleri alt üst etmek sevdasıyla gerçekleri epeyce
eğip bükmüştür. Çerkez Ethem’i aklamaya çalışan buna karşın İsmet
Paşa’ya yüklenen Küçük, Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist niteliğini
ve Atatürk’ün bu savaştaki rolünü sorgulayanlardandır. Bugün
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı alabildiğine eleştiren Yalçın Küçük’ün
tarih tezleri anlaşılan Başbakanın çok hoşuna gitmektedir. Örneğin,
Küçük’ün İsmet İnönü’ye bakışıyla Tayyip Erdoğan’ın İsmet İnönü’ye
bakışı aşağı yukarı aynıdır; her ikisi de İsmet İnönü’nün dişe dokunur
hiçbir başarısı olmadığı kanısındadırlar.
9. Abdurrahman Dilipak:
Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınan yazar Abdurrahman Dilipak romantik
üslubuyla çok ciddi Cumhuriyet tarihi yalanlarına imza atmıştır. Onun
yöntemi diğer Cumhuriyet tarihi yalancılarından biraz daha farklıdır;
çünkü o belgeleri çarpıtmaktan çok, hiç belge kullanmamaktan yanadır.
“Arşivler kapalı! Dedemden duydum!” diyerek, mantıksal çıkarımlarla ve
dini duygularla yakın tarihi yeniden yazmış, yalanda sınır tanımamıştır.
Dilipak’ın,”Cumhuriyete Giden Yol” ve “Bir Başka Açıdan Kemalizm” adlı kitapları Cumhuriyet tarihi yalanları klasiklerindendir.
10. Prof. İdris Küçükömer:
iktisatçı kökenli düşünürlerden biridir.Türkiye’de sağ ve sol
kavramlarının ters oturduğunu, CHP’nin aslında sağ bir parti olduğunu
iddia ederek ünlenmiştir. 1960 sonrasında Yön’de yazdığı yazılarla
tanınmıştır. Ant dergisindeki yazıları tartışma yaratmıştır.Milliyet
gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını
sorgulamıştır. Sonra 1973′de on yıllık bir suskunluğa bürünmüş veda ha
sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıkmıştır. Küçükömer’in
ileri sürdüğü en önemli görüş, Türkiye’de devletin despotik niteliğinin
sivil toplumun gelişmesi önündeki en büyük engellerden biri olduğudur.
Başta Sencer Divitoğlu ve Selahattin Hilav gibi bazı aydınlarla birlikte
Türkiye’nin toplumsal tarihine ilişkin çözümlemelerinde Asya Tip Üretim
Tarzı kuramını gündeme getirmiştir.Türkiye’nin bugünkü sorunlarının
kökeninde Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesini görmüştür. Kurtuluş
Savaşı’nın antiemperyalist bir mücadele olmadığını ileri sürmüştür.
“Düzenin Yabancılaşması”, “Batılılaşma”ve “Türkiye Üstüne Tartışmalar”
adlı kitaplarında Kurtuluş Savaşı’nı, Cumhuriyeti,Türk Devrimi’ni
alabildiğince eleştirmiştir. En Önemli Cumhuriyet tarihi yalanlarından
biri “DP’ye oy verenlerin Solun gerçek tabanı olduğudur.” Küçükömer’in
tezlerine cevap vermek için Doğan Avcıoğlu, dört ciltlik “Milli
Kurtuluş Tarihi”ni yazmıştır.Sürekli DP’den övgüyle söz eden ve DP’nin
“demokrasi yıldızı” olduğunu iddia eden Başbakan Tayyip Erdoğan,
Küçükömer’den çok fazla etkilenmişe benzemektedir.
11. Prof. Atilla Yayla: Kendisini “liberal” olarak tanımlayan Atilla Yayla, adeta kafayı Atatürk’e ve Kemalizme takmıştır. “Kemalizm,ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir. ‘Kemalizm olmasaydı Türkiye medenileşemedi’ deniliyor.
İlerleyen yıllarda bizlere neden her yerde bu adamın heykelleri ve
fotoğrafları var diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz, bu eninde sonunda
tartışılacaktır…” diyen Prof Yayla, Anayasadan da Kemalizmin
çıkarılmasını önermiştir. Yayla yazılarında ve “İki Cumhuriyet Kavgası”
adlı kitabında Cumhuriyet tarihini tersyüz etmeyi denemiştir. Sürekli
AKP’lilerle birlikte boy gösteren Atilla Yayla’nın Başbakanın tarih
görüşünü belirleyen isimlerden biri olduğu açıktır.
12. Prof. Mehmet Altan: Aslında
bir İktisat profesörü olan, bütün eğitimini iktisat (ekonomi) üzerine
alan Mehmet Altan, ne hikmetse bir tarihçiden çok Cumhuriyet tarihi
üzerine kafa yormuş; sadece kafa yormakla da kalmamış, bu konuda kimi
çevrelerde çok ciddiye alınan tarih tezleri bile ileri
sürmüştür.Örneğin, Atatürk’ün 1923′te kurduğu Cumhuriyete karşı Demokrat
Parti’nin 1950′den sonraki uygulamalarıyla başlayan süreci II.
Cumhuriyet olarak adlandırmış ve I. Cumhuriyet’in
“antidemokratik”, “baskıcı”, “ilerlemeye kapalı”; II. Cumhuriyetin
ise”demokratik”, “özgürlükçü” ve “ilerlemeci” olduğunu iddia etmiştir.
Yani uyanık Altan, bu millete “Karşı devrim” sürecini “demokrasi” diye
yutturmaya çalışmıştır. Altan, “Birinci Cumhuriyet Üzerine
Notlar”, “II.Cumhuriyet, Demokrasi ve Özgürlükler”, “II. Cumhuriyetin
Yol Hikayesi” adlı kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında Atatürk’e
ve Atatürk cumhuriyetine adeta kin kusmuştur. İşte iktisat profesörü
Mehmet Altan’ın Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi konusundaki
çarpıtmalarına birkaçörnek: “Milli kurtuluş savaşı, anti
emperyalist bir hareket değildir… Çünkü Türk Yunan Savaşı’ndan bir yıl
önce İngiliz Dış işleri Bakanı böyle bir muhtemel savaşta tarafsız
kalacağını açıklamıştır ve bunu notayla bildirmiştir.” Başka bir yalan: “Kurtuluş
Savaşı’nda sanayileşme hareketinin adı vardır ama kendi yoktur. Olsa
zaten bugün başka yerlere gelir, sanayi devrimini tamamlamış, köylülüğü
bitirmiş, bilgi çağına eklemlenmiş hale gelirdik…O zaman niye
Cumhuriyet, Kemalizm bu sanayileşmeyi başaramadı?” Başka bir yalan daha: “Kemalizm,
halka güvenmeyen bir elitler, seçkinler hareketidir… Halkagü venmediğin
vakit kime güvenirsin, silahlı güçlere güvenirsin. İşte onlar kurmuştur
cumhuriyeti. Yani ordu kurmuştur, halk kurmamıştır, ordu halka rağmen
kurmuştur.” Ve bir başkası: “Kemalizm ile demokrasinin
bir araya gelmesinin hiçbir imkanı yoktur, birbirlerine tamamen
zıttırlar… Kemalizm, teksesliliği, otoriterliği, totaliterliği devletin
hukuksal güvencesi altına alan bir rejimdir. Çünkü Kemalizm, tek parti
demek, bunun dışında bir düşünce burada yasaktır demek...”
Altan’ın, Cumhuriyet tarihi yalanlarının tamamını buraya sığdırmamız
olanaksızdır. Atatürk’ü, Kemalizm’i “antidemokratik”, “teksesli” olmakla
suçlayan Prof. Mehmet Altan’ın bugün Fethullah Cemaati’nin,
gazetelerinde yazması, televizyonlarında konuşması, kendisini adeta bu
cemaatle özdeşleştirmesi, onun nasıl bir demokrat olduğunun çok iyi bir
göstergesidir. Demek ki bir cemaate mensup olmak, o cemaatin sözünden
çıkamamak demokratlık oluyor!
13. Doç. Dr. Halil Berktay:
Liseyi Robert Kolej’de okuduktan sonra, lisans ve lisansüstü eğitimini
1968′de ekonomi alanında Yale Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1990 yılına kadar Aydınlık hareketinin içinde yer almıştır. Ekonomiden
sonra yöneldiği tarih alanındaki doktorasını Birmingham
Üniversitesi’nden 1991 yılında almıştır. Harvard, ODTÜ, Boğaziçi,
Sabancı üniversitelerinde görev almıştır.Berktay, üstlendiği projeler için AB ve ABD (Soros Vakfı)’den yüklü miktarlarda bağışlar almıştır.“İzmir’in Yakılmasının Yarattığı Sosyal Travmalar“
Projesi için ABD’den 84.000 Avro, “Osmanlı İmparatorluğu ve Toplum
Dersleri” Projesi için Avusturya ve İsviçre hükümetlerinden 74.000 Avro,
“Balkanlardaki Türk UlusalHafızasının İnşası: Türk Milliyetçiliğinin
Orijini ve Erken Gelişimi” Projesi için Almanya Eğitim Bakanlığı’ndan
99.000 Avro bağış almıştır. Berktay,
“İzmir’in Yakılmasının Yarattığı Sosyal Travmalar” Projesinde İzmir’i
Türklerin yaktığını ima ederek, bu sırada Rumlara etnik temizlik
yapıldığını kanıtlamayı amaçlamış; “Balkanlardaki Türk Ulusal
Hafızasının İnşası: Türk Milliyetçiliğinin Orijini ve Erken Gelişimi”
Projesiyle de İttihat ve Terakki’nin Balkanlarda nasıl “Milliyetçiliğe”
yöneldiğini ve bu yönelim sonunda Ermeni soykırımının gerçekleştiğini
kanıtlamayı amaçlamıştır. İşte Doç. Dr. Halil Berktay’ın bazı yalanları: “İzmir
civarında yarı gizli şekilde Rumlara etnik temizlik yapıldı. Bu olaylar
Ermeni katliamının silahsız provasıdır.”(Milliyet, 7 Mart 2005).
“İzmir’de Rumlara etnik temizlik yapıldı”
yalanını söyleyen Berktay, 15 Mayıs 1919 ve sonrasında İzmir’de
Türklere yapılan soykırımı nedense hiç dil getirmemiştir” Başka bir
yalan: “Tehcir kanunu başlı
başına biretnik temizliktir. Ermeni oldukları için tehcir ediliyorlar.
Günümüzde, öldürmeunsuru hariç bu kadar dahi ‘jenosit’ tanımına giriyor.”
(Milliyet, 7Mart 2005). Ve bir başkası: “Mustafa Kemal’in Ermeni
tehcirini savunan tek bir demeci yoktur.” (Milliyet, 7 Mart 2005). Bütün
bu yalanlara burada cevap vermek olanaksız olduğundan sadece
sonuncusuna, -Mustafa Kemal’in Ermeni tehcirini savunan tek bir demeci
yoktur- cevap vereceğim. Bakın ne demiş Mustafa Kemal: “Dünya kamuoyu, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” (MustafaKemal, 26 Şubat 1921).
14. Dr. Taner Akçam:
ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’ni bitirmiş, 1973′ten sonra ODTÜ-DER,
ADYÖD gibi derneklerin kurucuları arasında yer almış, 1975′te yayına
başlayan Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazıişleri müdürü olarak,
dergide komünizm ve Kürtçülük propagandası yapıldığı iddiasıyla
yargılanmış ve 1976′da tutuklanmıştır. 1977′de 9 yıl hapis
cezasınaçarptırılmıştır. 12 Mart 1977′de Ankara Merkez Kapalı
Cezaevi’nden kaçmıştır. 1978-1995 yılları arasında Almanya’da siyasi
mülteci olarak yaşamıştır. 1988yılında Hamburg Sosyal Araştırmalar
Enstitüsü’nde çalışmaya başlamıştır. 1995′te Hannover Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü’nde “İttihat ve Terakki Yargılamaları ve Ermeni Kırımı”
konulu doktora çalışmasını tamamlamıştır. Akçam, Minnesota Üniversitesi
Tarih Bölümü’nde görev yapmaktadır. Akçam, Alman İstihbaratının “Ermeni Soykırımını Araştırma Masası’nın”
Hamburg İncelemeleri Enstitüsü görevlilerindendir.”Türk Ulusal Kimliği
ve Ermeni Sorunu” , “Türkiye’yi Yeniden Düşünmek”adlı kitaplarında,
yazılarında ve konuşmalarında hararetle Ermeni olaylarını” soykırım”
diye adlandıran, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyete yönelik ağır
ithamlarda bulunan Akçam’ın yalanlarından biri şudur: “Ermeni soykırımı olmasaydı Ulusal Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmazdı.” (Türkiye’yi Yeniden Düşünmek,s.58). “Türkiye’nin haksız bir devlet olduğunu kanıtlayacağım..”(http://www.his.online.de/mitarb/akcam.htm)diyen Akçam’ın patronu Tessa Hoffman, Akçam’ı şöyle tebrik etmiştir: “Taner
Akçam aferin! Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Ulusal Devleti kuran savaşın
aslında bir soykırım olduğunu bir Türk olarak ispatlamıştır.” Hasan
Yalçın, “Dönekler” adlı kitabında haklı olarak Dr. Taner Akçam’ın
uzmanlık alanını “Türkiye Düşmanlığı” olarak adlandırmıştır.
Başbakan
Tayyip Erdoğan eğer Halil Berktay’ı ve Taner Akçam’ı fazla ciddiye
almaya başlarsa yakında bir “Ermeni” bir de “Rum” açılımıyla
karşılaşabiliriz.
Bunların dışında Cumhuriyet tarihi yalanlarına sıkça başvuran ve Başbakanı etkilediğini düşündüğüm belli başlı yazarlar şunlardır:
* Burhan Bozgeyik, “Çerkez Ethem” ve “MustafaKemal’e Karşı Çıkanlar”.
* Cemal Kutay, “Çerkez Ethem Hadisesi”,
* Ahmet Kabaklı, “Temellerin Duruşması”
* Hasan Hüseyin Ceylan, “Din Devlet İlişkileri”,(3 cilt).
* Mustafa Müftüoğlu, “Yalan Söyleyen Tarih Utanasın”(10 cilt).
* Nihal Atsız, “Türk Ülküsü” ve “DalkavuklarGecesi”
* Vehbi Vakkasoğlu, “Son Bozgun” ve “BuVatanı Terk Edenler”
* Mustafa Armağan, “Yakın Tarih Küller Altında”(3 cilt)
* Sevan Nişanyan, “Yanlış Cumhuriyet”
* Emre Aköz, “yazılarında”
* Prof Mümtazer Türköne, “yazılarında”
* Ayşe Hür, “yazılarında”
* Prof Murat Belge,”yazılarında”
* Engin Ardıç, “yazılarında”
* Cemal Kutay, “Çerkez Ethem Hadisesi”,
* Ahmet Kabaklı, “Temellerin Duruşması”
* Hasan Hüseyin Ceylan, “Din Devlet İlişkileri”,(3 cilt).
* Mustafa Müftüoğlu, “Yalan Söyleyen Tarih Utanasın”(10 cilt).
* Nihal Atsız, “Türk Ülküsü” ve “DalkavuklarGecesi”
* Vehbi Vakkasoğlu, “Son Bozgun” ve “BuVatanı Terk Edenler”
* Mustafa Armağan, “Yakın Tarih Küller Altında”(3 cilt)
* Sevan Nişanyan, “Yanlış Cumhuriyet”
* Emre Aköz, “yazılarında”
* Prof Mümtazer Türköne, “yazılarında”
* Ayşe Hür, “yazılarında”
* Prof Murat Belge,”yazılarında”
* Engin Ardıç, “yazılarında”
Ayrıca,
Prof Mete Tunçay, Dr. İsmail Beşikçi, Prof Eric Jan Zürcher, Prof Vamık
Volkan, Prof Şerif Mardin, Prof. Baskın Oran gibi akademisyenler de
kitaplarında ve yazılarında ara sıra Cumhuriyet tarihi yalanlarına
başvurmuşlardır.
Bütün bu isimlere ekleyecek daha çok isim var ama yeter; mesele anlaşılmıştır sanırım….
Tarihle Oyun Oynamanın Sonu…
“Kitap okumadığını”
bizzat itiraf eden Tayyip Erdoğan’ın bu tarihçi/yazarları hangi ara
okuyup onlardan etkilendiğini sorabilirsiniz! Haklısınız… Başbakanın bu
tarihçi/yazarların birçoğunu ismen bile tanımadığını düşünüyorum, ama
bildiğiniz gibi Başbakanın “çok bilmiş” danışmanları var. Bütün bu
tarihçilerden etkilenerek Başbakanı da bu doğrultuda yönlendirenler
onlar olsa gerek ! Bu yönlendirmelere kayıtsız şartsız boyun eğen,
kendisine verilen bu abuk sabuk “tarihsel metinlere”
itiraz etmeyen ve o metinleri halkla paylaşan Başbakan Tayyip Erdoğan
–işine geldiği için olsa gerek- bu “yanlış” ve “çarpıtılmış” tarihi
benimsemiştir.
Ancak Başbakana er ya da geç, tarihle oyun oynanamayacağını, bizzat tarih gösterecektir.
Sinan Meydan
Subscribe to:
Posts (Atom)
A Flowchart for Choosing Your Religion
Looking for a JOB - How to Be the Next Hire
Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Bağdat Caddesi
Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
Galata' ya dogru...
The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders
My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).