Total Pageviews

Saturday, August 07, 2010

ULUSAL SAVUNMA, TÜRK ORDUSU VE KUKLA TİYATROSU! / 7 Ağustos 2010

Bir pazarlık sürüyor. Türk Silahlı Kuvvetleri en şiddetli depremini yaşıyor. Generallere yakalama emri çıkarılıyor. Yakalama emri geri alınıyor. Gece yarıları Genel kurmay başkanı başbakanlıktan çıkıyor. Başbakan ABD Başkanı Obama ile telefon görüşmesi yapıyor. Ekranlarda, ‘Orduyu içeri tıkın!’ nidaları. Soroscu TESEV’den, ulusal savunma sanayisine ‘darbe’ yapılmalı çığlıkları! CIA  görevlisi Barkey’den  PKK hükümetle koordinasyon halinde olmasa Habur’dan giriş gerçekleşmezdi!’ beyanı…
Dağda şehirde her gün şehit düşen Mehmetler! İstifa eden bir general..  Natocu  olanlar,  ve bu ulusun ordusu! Şurası kesin: Washington ve Brüksel’den gelen kararlarla Türkiye’nin kaderini çizmeye kalkışanlar yolun sonuna yaklaşıyor…
Dünyanın en güçlü 5. ordusu Türk ordusu  bir ‘darbe’nin muhatabıdır. Azgın bir saldırıya karşı içindeki ayrık otlarına rağmen direnmektedir. NATO’ya girişinden beri, beyin yıkama  çalışmalarına uğradığı, bir asker-elit yaratıldığı halde HALÂ ‘kurtuluşun ve ulusun ordusudur.  Bu nedenle küresel seçkinlerin, emperyalizmin hedefi olmuştur. 2011 yaklaşırken, ABD filmi hızlı sarmak zorundadır. Irak’tan çekilmek, İran’a saldırmak, BOP’u tesis etmek, Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarını bölerek bir Kürdistan kurmak böylece petrol, bakır, krom, bor  coğrafyasına konuşlanmak arzusundadır. Bu hedeflerini sadece ve sadece Türkiye’yi DENETİMDE ve KENDİ YÖRÜNGESİNDE tutarak gerçekleştirebilir. Başka şansı yoktur.
Bilmektedir ki Türkiye tarihinde bir kez daha, Batının tüm hesaplarını alt üst edebilecek güce ve potansiyele sahiptir! Ulusun en büyük güvencesi Türk ordusudur. Bunu iyi bilenler, orduyu içten ve dıştan paramparça etme azmiyle projeler üretmişlerdir. Ama Türk ordusu halkın içinden çıkmıştır. Bu bir HALK ordusudur. Bazı ülkelerin toplama askerlerine benzemez!
 
Böylesi görülmedi!
            Eğer bu bir halk ordusu olmasaydı, 60 yıldır yapılan emperyalist saldırılar karşısında 10 yıl dayanamazdı. Oysa  dayanıyor, direniyor. Üst kademede zafiyet varsa, tekel işçilerinin sendika yöneticilerini yönlendirişi gibi, alttan gelen gür sesler, Gazi Paşa’nın ruhuyla ilerliyor.
Sınırlar arasında programıyla 82 ülkeyi dolaştım. Her gittiğim ülkenin önce ordusuna baktım.  Böyle bir saldırıya muhatap olan tek bir ordu görmedim.
            Arkasında  dünyanın en büyük faşist imparatorluğu olan bir terör örgütü ile savaşan,   Avrupa Birliği yasalarının dayatmasıyla eli kolu arkadan  bağlanan,  Birleşmiş Milletler kararlarıyla  savaştığı örgütün yerel mekanizmalara yerleştiğini gören, ‘dost’ ülkelerin silahlarıyla vurulan, CIA eliyle kafası çuvala sokulan, hükümet tarafından içeri tıkılan, aniden bırakılan, sonra yine ‘yakalanan’, derken yaka paça ‘götürülen’, bir türlü kurmay başkanı seçilemeyen, yaygın medyada her gün aşağılanıp ‘un ufak edelim!’ denen,   profesyonel askerlerden kurulu alternatif ordu ile tehdit edilen ve 50 derece sıcakta, sırtında 20 kilo yük  dağlarda vatan savunması yapan, bu arada terör örgütünü besleyen uyuşturucu konvoylarına haşa  dokunamayan ve her gün kan kaybeden bir ordu! En son muhalefeti ve iktidarı ile elinden ‘vatanı koruma ve kollama’ görevi yani varoluş sebebi alınmaya çalışılan! Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir silahlı kuvvet böylesine azgın bir saldırıya muhatap olmadı!
 
İki örgüt ve kurtuluş
            Ne kadar güçlü bir temeli varmış ki, 1950’de NATO’ya sokulduğundan beri, yapılan yıkıcı faaliyetler sonuç vermedi! Batı, Türkiye’yi  NATO’ya tutsak ederek ‘Ulusal Savunma Kavramını’ yok etmeyi hedeflemişti. 60 yıldır, TSK içinde,  ABD istihbaratı her türlü psikolojik harbi denedi.  ‘Demokrasi’ kuruluşlarının adamları, özel istihbarat servis elemanları, kurmaylara ders verdi. Harp Akademileri Erasmus programına bile dahil edildi. SAREM’de ders veren bazı isimler tüyler ürperticiydi. Deniz Kuvvetleri’nde ‘Değişimin Dinamiği’ gibi Soroscu bir başlık altında Akın Öngör’e (World Wild Foundation Türkiye başkanı  /Genel başkan Al Gore) konuşma yaptırıldı. Amerikan psikoloji merkezleri temsilcileri, KAL DER gibi dış merkezli ‘Sivilleştirici’ mekanizmalar, F tipi çalışmalar, Türk ordusunun komuta kademesine duhul etti.
            İşte tüm bunlara RAĞMEN, halkın bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri Gazi Paşa ruhunu terk etmedi,  direndi  ve tahmin edemeyecekleri kadar uzun bir zaman direnecek!
            ÇÜNKÜ  bu ordu bugünküne çok benzer bir mücadelenin içinden doğdu. Ve çok önemli iki kavram üzerine kuruldu!
 
Kuvvayı Milliye ve Müdafaa-yı Hukuk.
            Türk ordusu ‘ULUSAL  SAVUNMA KAVRAMI’ üzerine oturmuştur. Ulusal Savunma  demek,  TAM BAĞİMSIZLIK  demektir.  Ve KUVVA-YI  MİLLİYE yani  MİLLİ GÜÇLERCE hayata geçirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Kuvva-yı Milliyenin doğuşunu şöyle ifade etmiştir:
            ‘Hükümet düşman işgali altında, devlet, görevini yapamaz haldeydi. Savunma araçlarının başında gelen ordu da felç edilmişti. ‘İşte bunun içindir ki, vatanı savunma ve korumadan ibaret olan asıl görev, ulusa yönelmişti. Ulusal kuvvetler, orduya, kendi içinden çıkan bireylere, düşman saldırısında  yardım etmeye mecbur oldular. Buna Kuvva-yı Milliye (Ulusal Kuvvetler) diyoruz.’ Müdafaa-yi Hukuk yani Ulusun Haklarının savunulmasını üstlenen örgütlenme ise bir SİVİL SAVUNMA örgütüdür.  Düşmana karşı silahlı güç,  Kuvva-yi Milliye,   yaygın  Siyasal SAVUNMA örgütü ise, Müdafaa-yi Hukuk Örgütüdür.
 
‘Yalnız ulusunun emrinde..’
            Atatürk bu örgütü şöyle tanımlamıştır:
            ‘Başvuracak başka hiçbir merci bulamayan ordu, korunmak, yönetilmek ve sevk ve idare  ihtiyacındaydı. Ve Müdafaa-yı Hukuk örgütü Silahlı kuvvetleri de içine aldı.’ (Mayıs 1920)
            Milli Güçler (Kuvvayı Milliye) ve Hakların  Müdafaası Örgütü (Müdafaa-yı Hukuk) Kurtuluşun temel taşlarını koydular.  Türk Silahlı Kuvvetleri  ulusun iradesinin savunulması için savaşti.  Savunulan hakların en başında TAM BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜK gelmekteydi.
Nisan 1922’de Atatürk şöyle özetlemişti:
‘TBMM hükümetinin ORDUSU, istilalar yapmak, saltanatlar yıkmak, saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir.  İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan bir ulusun, aynı ülküye bağlı, ve yalnız ulusun emrine baş eğen ve sadık öz evlatlarından oluşmuş saygıdeğer ve değerli bir topluluktur.’
            Bugün bu ‘değerli topluluk’, darbe üzerine darbe alırken, HÜKÜMETE ‘darbe’ yapma  suçlaması çerçevesinde, Kanada’daki Türk hahamlardan tutun da, sponsorları karışık, ABD’ye ‘taraf’ gazetelerin sütunlarından  gelen ‘bilgi belge, kanıtlarla’ (!)  beşer onar esir alınıyor…
            Üstün hizmet madalyalı, 2-3 dalda  eğitilmiş, birkaç dil bilen ve savaş sanatında en üst noktaya ulaşmış, komşu ülke genel kurmay başkanlarının ‘öğretmenim’ diye eline sarıldığı  kurmaylar bugün içeri tıkılıyor. Terfi günlerinde sorguya çağırılıyorlar 
            ABD ve AB merkezleri ‘Atatürk de darbeciydi! Kemalizm ve ruhunu taşıyan ordu yok edilmeli!’ buyuruyorlar. Aynı anda  Türk ordusuna BALYOZ indiriyorlar.
 
Gerçek darbeciler kim!
            Bu çamur harekatında göz gözü görmezken belirtelim ki; Atatürk de, Türk ordusu da darbeci değillerdir. Hiçbir zaman olmamışlardır. Attila İlhan’dan alıntılayalım: “Mustafa kemal istese, Anadolu harekatını paşalar arası bir cunta olarak kurup geliştiremez miydi? Üstelik ittihatçılık geleneği buna müsaitti. Yapmamıştır.”
            Komita fikri yerine şura (kongre) fikrini benimsemiştir. İttihatçıların tam aksini yapmıştır. Askeri bir hareket yerine halk hareketi fikrini benimsemiştir. Anadolu Kongrelerini  Büyük Millet Meclisine, Milli kuvvetleri (Kuvva-yı Milliye) ise Büyük Millet meclisi Ordusuna  dönüştürmüştür.  O ki komutandır, hareketin ruhudur, beynidir, kurduğu orduların başkomutanı olmak için Meclis karşısına çıkar, yetki ister zar zor alır!...
            Çünkü egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olacağı bir devleti kurarken, önce kendisi herkesin uygulamasını isteyeceği bir ana kurala uymazlık edemez!’  (Hangi Atatürk s. 221)
            Bu Milet ordusuyla bir bütündür. NATO sonrası, Türkiye’de gerçekleştirilen tüm darbeler ABD/CIA eliyle ve cuntacı NATOCU paşaların işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir.
 
‘Hafife alınamayacak bir ordu’
            Uzun yıllar uğraşıp ancak bu kadar ileri gidebildiler. İşte bunun hırsıyla koca Türk ordusunun büyük ruhuna saldırıyor, yedi düvel Anayasasıyla Türk ordusunun  tasfiyesini planlıyorlar. TESEV raporlarıyla Batılı mihraklara ‘Askerî sanayiyi durdurun! Ulusal Savunma Sanayisine darbe vurun!..’’ mesajı yolluyorlar. (Bkz Mehmet Ali Güller yazısı)
            Ama kusura bakmasınlar, hedeflerine ulaşamayacaklar… Bir süredir izlediğimiz gizli kapılar ardındaki pazarlıklar, ordu içindeki operasyonlar, Washington’dan çizili harekat planları, çürük elma atamaları, işte gidecekleri yer o kadar!    
            Arslan Bulut’un dediği gibi bu ordu, ‘hafife alınamayacak’ kadar heybetli, çünkü bu ordu ulusun bağrından yetişti, toprakta değil, yüreklerde her kaybettiğimiz yiğidin sesi:
Allah Allah!!! Ve bu ordu, kukla tiyatrosunun perde arkasındakiler ve kuklalar için, hayli deneyli ve GAZİ PAŞA ruhuyla  DİPDİRİ! Zaten bu nedenle bu kadar fırıldak döndürülmesi….
 
Banu AVAR

A Flowchart for Choosing Your Religion

A Flowchart for Choosing Your Religion

Looking for a JOB - How to Be the Next Hire

Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:

Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.

A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.

Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.

“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.

Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.

Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.

It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.

Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.

Bağdat Caddesi

Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.

Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.

Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.

Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.

Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.

Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.

Galata' ya dogru...

Galata' ya dogru...

The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders

My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).

ULTIMATE RESULTS

ULTIMATE RESULTS

Ilhan Arsel

Ilhan Arsel

BJK FOREVER

BJK FOREVER
Karga kartalların sırtına oturur ve boynunu ısırır. Kartal cevap vermez, kargayla savaşmaz; kargaya zaman veya enerji harcamaz, bunun yerine sadece kanatlarını açar ve göklerde yükselmeye başlar. Uçuş ne kadar yüksek olursa, karganın nefes alması o kadar zor olur ve sonunda karga oksijen eksikliği nedeniyle düşer. Kartaldan öğrenin ve kargalarla savaşmayın, sadece yükselmeye devam edin. Yolculuk için gelebilirler ama yakında düşecekler. Dikkat dağıtıcı şeylere yenik düşmenize izin vermeyin....yukarıdaki şeylere odaklanmaya devam edin ve yükselmeye devam edin!! Kartal ve Karga dersi