Total Pageviews

Tuesday, June 19, 2012

Zehirli sebze meyvenin ilacı evde yapacağınız yoğurt!


Sebze-meyvelerde zehirli tarım ilacı kalıntıları olduğunu tartışmaya bile gerek duymuyor Dr. Yavuz Dizdar. Zira bu yeni bir mesele değil, DDT’den beri böyle... Bu bir acı gerçek, ama daha da acısı var. Eskiden yoğurdun yoğurt olduğu zamanlarda, bu zehre karşı bir ilacımız vardı. Zehirli sebze meyveyi yesek de, soframızdaki yoğurt zehrin vücutta birikmesine ve hastalıklara yol açmasına engel oluyordu. Şimdi o da yok... Zira doğal yoğurt bulmak imkansız market raflarında! İşte bu yüzden iş başa düşüyor, gidip günlük süt alacak, kendi yoğurdunuzu kendiniz yapacaksınız. Değer mi bu zahmete demeyin! Ucunda başta kanser, pek çok illet var!

Google’a girip “doku, tarım ilacı ve Türkiye” yazarsanız, tabii bu üç sözcüğün İngilizcesi’ni yazacaksınız, ekranda onlarca makaleye rastlayacaksınız. Böyle bir araştırma yapmamıştım, ta ki gidip Dr. Yavuz Dizdar’la görüşene kadar. Girdim baktım ve hiçbiri de iç açıcı değil maalesef. “Niye böyle bir araştırma yapalım ki?” demeyin, büyük olasılıkla buzdolabınızda olmasa bile yanıbaşınızdaki manavda, markette birkaç meyve sebze tam da bu konuyla ilgili... Greenpeace’in geçen hafta yaptığı açıklamayla tekrar gündeme geldi. Ama aslında bu ilk değil. Geliyor gündeme, sonra unutulup gidiyor. Tıpkı GDO ya da kansere yol açtığı bilinen sütteki aflatoksin ve antibiyotik kalıntısı tartışmaları gibi, sebze meyvelerde tarım ilacı zehrinin olup olmadığı konusu da bir süre sonra gündemden düşecek belki... Et hem pahalı hem sağlığa zararlı, az yemeli. Üç beyazdan uzak durmalı. Kalıyor geriye meyve ve sebze, onlarda da ya GDO var ya da tarım ilacı! Yani çaresiz yine yiyeceğiz! Peki yetkili kurumlar bir çözüm bulana kadar yapabileceğimiz bir şey var mı?

Organik pazarlardan alışveriş yapın

Sağlıklı beslenme konusunda yıllardır araştırmalar yapan ve uluslararası literatürü yakından takip eden Dizdar, “Tarım ilaçları tüm dünyada bir sorun. Ama Türkiye’deki durum çok daha farklı. AB’nin zehirli diye geri çevirdiği sebze ve meyveler yine bizim iç pazara sunuluyor. Bunlar zehirli, ama iç piyasa için üretilen sebze ve meyvelerin içindeki kalıntılar konusunda hiçbir bilgi yok, çünkü bizde denetim yok! Tek çareniz var, organik pazarlardan alışveriş etmek” diyor. “Peki organik meyve sebze ne kadar organik?” diye bir soru gelebilir aklınıza. Hemen onun da yanıtını veriyor Dizdar; “İlaçlı tarım ürünlerine göre aralarında açık fark var. Eğer ki bir portakaldan üç kişi zehirlenebiliyorsa bu ülkede, marketler asla sağlıklı ürün sattıklarını iddia etmemeli. Kendileri analiz yaptırmadıkça bu iddiayı ortaya atmamalı. Siz de aldığınız ürüne güvenmemelisiniz” diyor.

Dizdar’la bu can alıcı meseleyi Taksim’de bir kafede konuşmaya başladık. Ardından Şişli’deki organik pazarda sohbetimizi sürdürdük. Öyle şeyler konuştuk ki, artık manava, kasaba, bakkala giderken “Aç kalmak evladır” diye korkmamak elde değil. Ama korkun, çünkü bu korkunun ecele faydası var! 

Greenpeace, Türkiye’den ihraç edilen, üzüm, armut ve biberin yüksek oranda zehirli tarım ilacı içerdiğini açıkladı. Tarım Bakanı Mehdi Eker, “İftira” diyor. Siz ne diyorsunuz?

Konuları parça parça inceleyince çok fazla bütünü göremez hale geliyorsunuz. Ama hastalıkların tablosu değişti ve değişince bir doktor olarak beraberinde başka şeyleri de sorgulamaya başlıyorsunuz. O zaman, “Bizim yediklerimizle ilgili sıkıntımız nedir?” sorusu gündeme geliyor. Benim süt ve yoğurt meselesine bundan iki sene önce girmemin nedeni bu oldu. Bir gün önüme sizin gazeteden Mutlu Tönbekici’nin bir yazısı kondu. “Yoğurtlar artık niye ekşimiyor?” diye soruyordu... Okuyunca “Allah Allah” dedim ve düşünmeye başladım. Çünkü ben de çok yoğurt yerim. Bazen buzdolabında iki- üç hafta kalır, “Ne şanslıyım, bozulmamış” der ve öyle yerim. Daha doğrusu yerdim... Sonra denemeye başladım ve gerçekten özellikle piyasadaki büyük marka yoğurtlarda hiçbir ekşime olmadığını gördüm. Araştırınca olay bambaşka yerlere gitmeye başladı. Üreticiler, süt gibi doğrudan tüketilmesi gereken bir gıda maddesinde bile bir şey olabilir mi acaba diye şüphelenmeye başladım, ki süt gıdadan da ötedir, doğanın bize verdiği olağanüstü bir nimettir...

Şüpheleriniz sizi nereye götürdü?

Ben yoğurda, süte ne yapıyorlar, ne ediyorlar diye araştırırken, çok sayıda mail almaya başladım. “Siz bir de diğer konuları bir bilseniz, tarımda neler yapıyorlar, hiç haberiniz yok sizin” diye... Onları araştırmaya başladım. Sonuçta geldiğim noktada bir bilinmezlik ortaya çıktı. Bu bilinmezliğin başlıcası da tarım ilaçlarının kullanımıyla ilgili. Çünkü tarım ilaçları usulsüz, düzensiz, kuralına uygun kullanılmazsa, pek çok sorun yaratabiliyor. Çiftçi zannediyor ki, bu ilaçlar vitamin niyetine de kullanılabilir. Çünkü hakikaten de bunları kullandığınızda ürünü kat kat artırma gibi avantajları var. Dolayısıyla uygulamasını da ya kulaktan dolma ya da dolduruşa gelme biçiminde yapmaya başlıyor... Bunun üzerine yoğurt ve sütü araştırırken tarım ilaçlarıyla ilgili bir inceleme yapmak gerektiği ortaya çıktı. Yaptım ve şunu gördüm, bizde tarım ilacı kullanımı eskiden de sıkıntılıydı, ama şimdi doruğa ulaştı. İnsana etkisinin katlanmasının nedeni ise süt ve yoğurdun aşırı işlemden geçirilmesi.

Organik kutu süt de faydalı değil!

Nasıl?

Prof. Ahmet Aydın’a da, Prof. Ahmet Rasim Küçükusta’ya da çok müteşekkirim; bu konuyu gündemde tuttular. Sütün canlı halinin çok önemli bir özelliği var. Vücuda giren yabancı maddeleri tutup, bağlama ve vücutta emilmesini engelleme özelliği... Çünkü gördük ki anne sütüne de tarım ilacı bulaşmış vaziyette, ama bebeklerde bir sıkıntı çıkmıyor. Demek ki sütün bu tutma özelliğine bağlı olarak çıkmıyor. İşte bunun için sütün özellikle homojenizasyon ve UHT işleminden geçirilmemesi gerekiyor. Aynı şey yoğurt için de geçerli. Çünkü sütün içindeki glutatyon dediğimiz aktif molekül, vücuda giren yabancı, kanser yapıcı maddeleri bağlıyor. Zehirlenmelerde yoğurt yedirtilmesinin mantığı da bu.

Yani yoğurt gerçekten panzehir?

Evet, yoğurt panzehir ama bu özellik bir tek ekşiyebilir olan doğal yoğurtta var. Şu anki yoğurtlar homojenize... Kıvamı son derece iyi görünüyor, parlak, ambalajları sterilize ama bu özellikleri olmadığı için sizin tarım ilaçlarını vücudunuza almanızı engelleyemiyorlar.

Peki çocuklarımıza kutu süt içirmezsek ne içereceğiz?

Günlük pastörize süt içirin.

Kutu sütün bir zararı var mı?

Zararı var mı kısmının olma olasılığı kesinlikle çok yüksek. Çünkü UHT dediğiniz işlemde çifte fiziksel işlem uygulanıyor. Bu çifte fiziksel işlemin anlamı şu; sütü bir yandan 140 derecede ısıtıyorsunuz. Süt normalde 140 dereceye çıkamayacağı için, bir de bu işlemi basınç altında yapıyorsunuz. Bu, sütün içerisindeki proteinlerin üç boyutlu yapısını tamamen değiştiriyor ve doğa dışı forma sokuyor. Doğada böyle bir şey yok. Bu işlem sırasında sizin vücudunuzun tanımadığı moleküller oluşuyor. Bu yüzden bence tıpkı halk ekmek gibi, halk süt olmalı. Belediyeler bu işe girmeli. Herkes bu işten kazançlı çıkar. Şirketlerle belediyeler ortaklaşa çalışıp halka günlük süt dağıtabilir. Siz de o sütü alıp kendiniz yoğurt yapabilirsiniz. Çünkü yoğurt özellikle bu tarım ilacının etkilerini yok etme açısından çok önemli. Radyasyonla uğraşanlara, kömür madeninde çalışanlara, ağır metal işinde olanlara kanunen her gün yoğurt verilmesi zorunludur biliyorsunuz. Ama onun gerçek, doğal yoğurt olması lazım.

Marketten aldığımız yoğurtlar bu işlevi hiç mi görmüyor?

Hayır, görmüyor. Ancak gerçek yoğurt verirseniz vücuda alınan zehrin bir kısmını tutabiliyor. Dolayısıyla yoğurdun sağlıklı olması, ekşiyebilir olması çok önemli.

Peki organik kutu sütler?

O bir aldatmaca. Bir şeyin kaynağının organik olması, o ürünün organik olduğu anlamına gelmiyor. Siz tabii ki kaynak olarak organik bir sütü alırsanız çok iyi. İçinde tarımsal ilaç yok belki ama bu kadar aşırı işlemden geçirdiğiniz zaman bu sütün organikliği de yok demektir artık. İnsanlar organik dendiği zaman kaynağının organik olmasını yeterli görüyorlar. O zaman alın eti yakın, kaynağı organikse buna organik diyebilir misiniz? 

Tabii ki hayır!

Bir farkı yok ki mantık olarak baktığınızda. Bir ürünün organik olması demek, üretimi sırasında tarım ilacıyla, ağır metalle hiç karşılaşmamış olması, herhangi bir hormon kullanılmamış olması anlamına geliyor. Ama bu ürünün sizin karşınıza gelirken bu özelliklerini korumuş olması gerekiyor. Siz bunu alıp UHT’den geçirirseniz onun artık organikliği kalmaz. Sütü o nedenle en az işlemden geçmiş şekilde tüketmek gerekiyor. Avrupa’da herkes günlük pastörize süte döndü. Şişe içinde de, kutu içinde de olabilir. Ama kesinlikle homojenizasyon işleminden geçmesini istemiyoruz. Aksi halde bu homojenizasyon işlemi sütün hastalıklardan koruyucu özelliğini ortadan kaldırıyor. O yüzden şişe süte en fazla 2 gün ömür veriyorlar.

Hastanede üç arkadaşımız portakaldan zehirlendi!

Hocam geçen hafta Dünya Gazetesi’ndesindeki yazınızda, üç arkadaşınızın tek bir portakaldan zehirlendiğini yazdınız... Bu olay Greenpeace’in raporundan ne kadar önce oldu?

Üç hafta kadar önce bir öğleden sonra hastanede üst kattan telefon ettiler, “Murat Ağabey’in midesi bulanıyor, çıkarıyor” diye. Durup dururken kusmak pek hayra alamet değil ama “Murat Ağabey’in diyabet sorunu olduğundan, şekeri oynamış olmasın” dedik. Koştuk yukarı, baktık ağabeyimiz iyi. Zaten o da, “Tamam geçti, bir şeyim yok” dedi. Biz de rahat bir nefes aldık. Ama olay orada kalmadı, iki kişi daha kusmaya başladı. O zaman “Bu olsa olsa zehirlenmedir” dedik. O öğlen yemek de yenmemiş, en sonunda anlaşıldı ki olay toplantı sırasında ortaya soyulan bir tek portakaldan kaynaklanmış.

Tek bir portakaldan mı?

Evet. Kaç dilimse artık... Her yiyen zehirlenmiş. Bunun üzerine arkadaşlar alıp portakalı analize göndermiş. Analizde ortaya çıktı ki, portakalın içi dışı, her tarafı tarım artığı dolu. Alındığı yer de, “güvenli” olduğunu reklam eden bir market. Canım çok sıkıldı, güvenli denen market buysa diye... Oradan aldığı iki portakalı sıkıp, “Taze meyve suyu içirdim çocuğuma” diye sevinen anneleri düşündüm, içim iyice daraldı. Çünkü Türkiye’den ihraç edilen ürünlerde tarım ilacı kalıntısı olabilir ama bu bizim portakaldaki kalıntı falan değil artık, o ürünün neredeyse tamamiyle tarım ilacına bandırılmış olması! Sebze meyvede bu düzeyde tarım ilacı varken biz bu toplumu nasıl sağlıklı tutacağız, sorun oraya geliyor.

Bu soruyu benim size sormam gerekiyor. Böyle sebze meyveleri yemek hangi hastalıklara yol açıyor?

Akdeniz Üniversitesi Onkoloji Bölümü’ndeki arkadaşlarımız Sağlık Bakanlığı ile ortak bir toplantıda iki sene önce söylemişlerdi, lenfomalar ve kemik iliği kanserlerinin çoğu Kumluca’dan geliyormuş. Kumluca sadece Antalya’nın değil, Türkiye’nin de en önemli tarım üretim merkezi. O halde anlamaya çalışalım bakalım, lenfomaların tarım ilaçlarıyla ilişkisi ne, bu hastalığın özellikleri neden değişti? Görüş isteyeceğiz. Bakalım buradan hareketle hangi sonuçlara gideceğiz.

Bira ve şarap da yoğurdun işlevini görüyor

Neden sütün günlük süt olması, yoğurdun da bu sütten yapılması gerekiyor?

UHT süt kesinlikle olmayacak. Çünkü sütün içerisinde vücut için doğal olarak koruyucu maddeler var. Süt aşırı işlemden geçirilirse bu koruyucu maddeler ortadan kalkıyor. Bizdeki hastalıkların artışı süt ve yoğurdun bozulmasıyla paralel gidiyor. 15 yıl önce böyle bir sorunumuz yoktu. Ne zamanki homojenize yoğurt kavramı Türkiye’ye girdi, raf ömrü uzun diye tebliğ değişti, ki aynen 6 ay raf ömründen bahsediyor tebliğ, ondan sonra hastalıklarda abartılı bir artış olmaya başladı. Çünkü Türkiye’de yoğurt tüketimi diğer ülkelerdekine göre çok fazla. Ha, Fransızlar mesela sofra şarabı tüketiyorlar. O da aynı işleve sahip.

Çok ilginç...

Çünkü içinde yoğurttakine benzer birtakım maddeler var. Bunlar yine ekşimeye yol açan maddeler. Fransızlar bu tür zararlı maddelere karşı o şekilde korunabiliyorlar. Almanların bira tüketimi de benzer bir korumaya neden olabiliyor. Ama Türkiye’de bizim kendimizi koruyacağımız ana besin maddemiz yoğurt ve ayrandı, çocuklar için de süt... Ne zamanki bu ürünler uzun ömürlü hale getirildi, içindeki bu koruyucu maddeler ortadan kalktı, sorun da ortaya çıkmaya başladı. Siz ne kadar işlemi ağırlaştırırsanız, ürünün o kadar çok raf ömrünü uzatıyorsunuz. Günlük sütte ekşime olabiliyorken UHT kutu sütte ekşime olmuyor. Açsanız da bir ay boyunca buzdolabında da saklayabilirsiniz. Bozulduğu zaman da küflenerek kesiliyor. Ekşime hiçbir zaman olmuyor. Bu yüzden hiçbir zaman marketlerde şişmiş bir kutu süt göremezsiniz. Olması mümkün değil. Konserveler hazırlanırken de UHT sistemi kullanılıyor. Bu bir büyük düzen. Siz bu işlemi salçalara da yapıyorsunuz, domates püresi diye sattığınız ürüne de yapıyorsunuz. Bir ürün endüstri çarkından geçtiği anda tek bir amacı var, raf ömrü uzun ürün üretmek.

Ve gıdaların raf ömrü arttıkça bizim raf ömrümüz kısalıyor...

Evet. Benim bugün doğal yoğurt bulana kadar canım çıkıyor. Bakın bunun için öyle olağanüstü laboratuvar testleri de gerekmiyor. Bu gayet basit bir test. Yoğurt ekşiyor mu ekşimiyor mu bakacaksınız. Ama maalesef 2009 yılında büyük bir üretici firmanın ısrarıyla yapılan yoğurttaki tebliğ değişikliğiyle birlikte bizim yoğurtlar ve sonrasında ayranlar da elden gitti. Bizim insanımızın her yemekte tükettiği bir ayran vardı. Şu anda ayran piyasasına hakim olan kuruluş belli ve o ayranlar yazın döner büfelerinin önünde güneşin altında plastik kutuların içinde hiçbir şey olmadan günler boyu kalabiliyor, bir şey olmuyor çünkü. Bunu bakkal da söylüyor, “Ağabey bunların süresi geçtiği zaman şişerdi şimdi artık bir şey olmuyor” diyor. Çünkü bu ekşime özelliğini yitirmesi raf ömrünü uzatıyor ama bu ayranın içersindeki tarım ilaçlarını tutabilecek aktif olan molekülleri de ortadan kaldırıyor. Sorun bu.

Anneler de çocuklarına kolaylık olsun diye, sağlıklı diye kutu ayran, kutu süt içiriyorlar...

Şimdi aynı şey okullardaki süt kampanyasıyla da gündemde. Firmalar gittiler, ellerindeki stoğu Milli Eğitim Bakanlığı’na bir şekilde satmaya çalıştılar. Okul sütü projesiyle... Okul sütü projesi daha önce de uygulanmaya çalışılmış, iyi bir proje ama hangi süt? O bölgeden alacağınız günlük pastörize sütü kullanacaksınız. Siz büyük firmaların elinde kalmış UHT kutu sütleri çocuklara dağıtırsanız bu çocuklara iyilik yapmak, çocukların beslenmesine katkıda bulunmak değildir, bilakis çocukların aslında içmemesi gereken bir şeyle zehirlenmesi demektir. UHT sütü tavsiye etmek suçtur. Doğallığını bütünüyle yitirmiş, hiçbir şekilde besleyici değeri olmayan, bir miktar belki kalsiyum, belki protein kaynağı olabilecek bir sütten bahsediyoruz çünkü. Ama hiçbir işlevi olmayan bir süttür UHT süt.

No comments:

A Flowchart for Choosing Your Religion

A Flowchart for Choosing Your Religion

Looking for a JOB - How to Be the Next Hire

Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:

Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.

A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.

Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.

“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.

Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.

Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.

It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.

Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.

Bağdat Caddesi

Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.

Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.

Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.

Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.

Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.

Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.

Galata' ya dogru...

Galata' ya dogru...

The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders

My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).

ULTIMATE RESULTS

ULTIMATE RESULTS

Ilhan Arsel

Ilhan Arsel

BJK FOREVER

BJK FOREVER
Karga kartalların sırtına oturur ve boynunu ısırır. Kartal cevap vermez, kargayla savaşmaz; kargaya zaman veya enerji harcamaz, bunun yerine sadece kanatlarını açar ve göklerde yükselmeye başlar. Uçuş ne kadar yüksek olursa, karganın nefes alması o kadar zor olur ve sonunda karga oksijen eksikliği nedeniyle düşer. Kartaldan öğrenin ve kargalarla savaşmayın, sadece yükselmeye devam edin. Yolculuk için gelebilirler ama yakında düşecekler. Dikkat dağıtıcı şeylere yenik düşmenize izin vermeyin....yukarıdaki şeylere odaklanmaya devam edin ve yükselmeye devam edin!! Kartal ve Karga dersi