''RİCA İLE YAŞAMA DÜZENİNE SON''
“Yemeyi, içmeyi, baloyu dansı sevmedim,yapmadım ve yapmam. Sebebi yoktur:Sadece içim söylemez ve vaktim olmamıştır,hiç bir dönemimde. Eğlence yoktur hayatımda. Uğraş vardır.Müziğin köklüsünü ve anlamlısını sever dinlerim.Arkadaşlarımla buluşabildikçe çalarım.Bazen sabaha karşı klasik gitar notalarının arasında kafamı dinlerim.Bu zevkime de kimseyi karıştırmam.Müzik ruhun gıdasıdır.73’ten 79’a kadar günlük gazete çıkardım.Çıkaran bilir.Kıbrıs’ta gazete çıkarmak; yazısından başlar,katlanmasına kadar gider.İnsanın gecesini gündüzünü bir eder. Matbaamı borçla kurdum;ödeyemedim sattım. Satmayayım diye birine gebe kalmayı düşünmedim. Vurguna,soyguna da yeltenmedim. Bunları benliğim kabul etmez.Bu düzende madden mahkum olabilirim ama alnım açık gezerim. Ben Hakim Raif Bey’in angonisiyim. Bu bana yeter. Okumayı severim.Sosyal bilimlere tutkuluyum. Bilime saygılıyım.Kendime yenilemeyi,yanlış bildiklerimi doğrulamayı,doğru sandıklarımdan şüphe etmeyi bilirim. Oxford’a kendim girdim.alnımın akıyla kendim geldim.İftihar ederim ve kendime güvenirim ama övünmem. Param yoktur ama akademik niteliğim vardır.Bu da benim servetim! Zavallı duruma düşürülmüş insan karşısında hisli,mazlumun hakkını yiyen karşısında öfkeliyim. Beni kindar ve hınçlı sananlar yanılırlar.Bu ülkede insanca ve hakça bir düzende yaşamak isterim. Bunun gereği olarak da ihale şampiyonlarının iktidardan gitmesini görürüm. “Mahçup” olmamı kibirlik sananlar yanılır.Hak yiyicilere karşı öfkemi “Hırs” sananlar çok yanılır. Hoş beşi,kişi kişiye sohbeti sevmem;zaman israfı sayarım.Ahkamla vakit harcamak zorunda bırakılmak beni bunaltır.” Ben kim miyim? Ben Raif Denktaş..” Yıl 1951 Ocak Ayı.. Kıbrıs’ta mevsim dönmüş,sonbahar yerini çoktan kışa bırakmıştı. Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında gerginlik içten içe kaynamaya başlamıştı. Rum Ortodoks Kilisesi’nin başını çektiği Enosis yeniden gün ışığına çıkarılmaya başlanıyordu. Bu belki de bir yüzyılı etkileyecek gelişmelerin başlangıcıydı. Yıl 1951’di ve esen sert rüzgarlar;kolay kolay dağılmayacak kara bulutların,sağanak yağmurların boranların habercisiydi.. 1951 yılının Yine Ocak Ayı’ydı. O günlerde Kıbrıslı Türklerin haklarını koruyan ve ebediyen koruma yemin eden Denktaş ailesinin bir oğlu dünyaya geliyordu. Doğan çoçuğa babanın ön adı verildi. Raif.. Dünyaya gözlerine açan Raif yaşamı boyunca hem ismini hem de soyadını taşımak için amansız mücadele vereceğini elbette bilmiyordu. O’nun doğuşu hem aileye hem de yakın çevresine büyük moral verdi. Umut oldu, Güç oldu. Ev şenlendi ama bun şenlik uzun sürmeyecekti. Raif üç yaşına gelirken Enosis hayalleri Ada’ya kasıp kavuruyor,Kıbrıslı Türkler için de acılı yıllar başlıyordu. 1954’e gelindiğinde Zürih’te toplanan zirvede Yunanistan ve Türkiye garantör ülke olarak tarih sayfalarında yerini alıyor,”Kıbrıs Sorunu” başlığıyla iç ve dış politikalarına hiç tükenmeyek bir sorunu taşıyorlardı. Takvim yaprakları 1955’i gösterdiğinde ENOSİS hayali artık sözcük dağlarını aşmış,Kıbrıslı Türkler için bire bir tehdit olmaya başlamıştı. Tehdiş örgütü EOKA faaliyete geçerken Denktaş ailesi de Lefkoşa’ya taşınarak Doktor Fazıl Küçük’ün evine kiracı olarak yerleşiyordu. Bu keskin viraj Raif Denktaş’ın küçük dünyasında büyük izler bırakıyordu.Çünkü aynı günlerde Rum vahşeti dalga dalga yayılıyor; çok sayıda Türk bu vahşetin masum kurbanları oluyordu. O yedi yaşına geldiğinde Kıbrıs’ta Türklük hareketi kendisini gösteriyor,Raif Denktaş 27- 28 Ocak direnişinin canlı tanığı oluyordu.. “58 Ocak’ında 7- 8 yaşlarında hiç kimsenin burnunda göz yaşartıcı bombanın kokusu kalır da gitmez mi? Gitmez.. Mustafa’nın İngiliz askerlerinin coplarından nasıl kurtarılıp, boğulacak bir şekilde ilkyardım aldığını köşkte izlemiştim. “ (R.Denktaş) Günler,aylar,yıllar zamanın olağanüstü olduğunu gösteriyordu. Kıbrıs Türkü için ölüm ve yaşam bir incecik çizgiydi. Ve baba Denktaş’ın çocuklarına ayıracak hiç zamanı yoktu.Babanın kavgası tüm çocuklar içindi,Raif’in iç kavgası ise babası içindi..Ne de olsa çocuk kalbiydi. Bölüşülen şefkat, Bölüşülen sevgi, Ve bir türlü kendisine ayrılmayan zaman.. Raif Denktaş tüm Kıbrıslı Türk çocuklar gibi acılı,bir o kadar da bilinmezlik içinde büyüyecekti. “1950’de doğdum. 1958 olaylarında 7 yaşındaydım. 1959’da kardeşimi kaybettik. 8 yaşındaydım(...)Kardeşimin ölümünden hiçbir şey hatırlamıyorum, silindi gitti. Tanrı öyle istedi(...)1963 olaylarında 12 yaşındaydım. 1964- 68 yıllarında Ankara’da sürgün hayatından sonra 17 yaşlarındaydım. Çocukluğumun hiçbir döneminde “İşte benim babam.! diyemedim. Bir baba için, önce çocukları, önce ailesine karşı sorumlulukları gelir. Denktaş içinse, şimdi geriye baktığında şimdi çok berrak bir şekilde görebiliyorum.. Önce halkına ve halkının varlık mücadelesine karşı olan sorumluluklar gelmiştir. Ve hala öyledir. Biz de Denktaş’ın çocukları olarak hayatımızda kendimize biçim vermiş, bir nevi kendi kendimizi büyütmüş; hatalı veya doğru kararlarımızı kendi başımıza almak zorunda kalmışızdır.” (R.Denktaş) Takvim yaprakları 1960’ı gösterdiğinde Köşklüçiftlik dönemi de başlıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk günleri.. İlkokul yıllarında yaşanan en güzel öğrencilik ve çocukluk günleri. Raif bu yıllarda müzikle tanışıyor,arkadaşı Erdinç’in de etkisiyle batı müziğine merak sarıyordu. Babasının aldığı ilk gitarla büyük tutkusuna kavuşuyordu.İtalyan asıllı bir hocadan aldığı derslerle birlikte müziğin sonu gelmez esrarengiz yolculuğuna çıkıyordu. Ancak bu yıllar da çabuk bitecekti. Takvim yaprakları 1963’ü gösterdiğinde tüm Kıbrıslı Türkler için acılı günler de başlıyordu. Kıbrıs Türkü katliam çukurlarına gömülüyor, en direngen ve en savaşçı evlatlarını birer-birer toprağa veriyordu. Kavganın adı varolmak ya da yokolmaktı. 12 yaşındaki Raif’in elinde silah, küçük parmakları tetikteydi. Aziz Çavuş ve Kel İlker’le nöbet başındaydı. Bir gün Öğretmeni Tuncer’in şehit düştüğü haberini aldı.. Yanaklarından süzülemeyen iki damla yaş aktı,aktı... Yüreğine damlayan bu yaşlar tüm şehitler içindi.. Türk oldukları için, katliam çukurlarına gömülenler içindi. Yüreğinde acı ,acıyla birlikte sessiz ve derinden büyük bir isyanla birlikte ailesiyle birlikte Türkiye’ye başkent Ankara’ya doğru yola çıkıyordu. Ankara’da güneş cimriydi. Karlı ve soğuk Ankara günlerinde yürekte hüzün ve keder vardı. İşte bu soğuk günlerini ısıtacak çözüm yine yanıbaşındaydı. Müzik. Ankara Koleji’nde öğrenimini sürdürürken okul orkestrasına bas gitarist olarak katıldı.Aynı grupta iki Kıbrıslı daha vardı.Sözer Özel ve Ongun Hulusi. Raif ilk sahne ve bas gitarist deneyimini bu grupta kazandı. Takvim yaprakları 1964 Temmuz’unu gösterdiğinde Baba Denktaş her ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a dönmek için hazırlıklara başlıyordu. Çankaya Basın Sitesi’ndeki evde TMT’nin ilk lideri Rıza Vuruşkan ile tüm planlar gözden geçiriliyor,dönüş için vedalaşıyordu. Raif babasının gözlerinin içine bakarak son bir nafile çabayla “Baba beni de götür” yalvarıyordu. Baba Denktaş’ın gözleri doluyor oğlunu kucaklıyordu. Yanıt kısa ve katiydi: “Gidip de dönmemek var. Ben ölürsem, ailenin reisi sensin. Annen ve kardeşlerine iyi bak. Onlar sana emanettirler.” Baba Denktaş Ada’ya dönerken geride yalnızlık,gözyaşı ve derin özlem bırakıyordu. 1964-1967.. Üç koca yıl.. Bir yandan babasızlık diğer yanda vatan hasreti... Ve Ankara’dan İstanbul’a çevrilen bir başka rota.. Orta ikinci sınıf Kadıköy’de okunur,okunmasa da vatan hasreti her geçen gün de daha da büyür. Ne derdini anlatacak arkadaşlar bulabilir,ne de hüznüne ortak olacak bir dost sesi duyabilir. Zaman bu kez ilaç değildir Raif için. Sürgün acısına, vatan hasretine daha fazla dayanamayan Raif Denktaş, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a gizlice dönme hazırlığına başlar. Planlar yapılır,son hazırlıklar tamamlanır..Umut artık kapıdadır.. Ancak ne olduysa bir anda olur, son gece kararlar değişir, “Sandalda daha fazla yerimiz yok.”yanıtını alan Rauf sadece gidenlere el sallayabilir. ”1967 Ekim Ayı sonu.Kenan Coygun’la buluşup gizli çıkışa yollamak üzere Ekrem Yeşilada ile birlikte babamı buluşma noktasına götürüşümüz.16 yaşında ve tekrar hayal sukütu .Geride kalıyoruz.Halbuki Kıbrıs’ta arkadaşlarımız mücahit.Bu ne korkunç suçluluk duygusudur,bilemezsiniz.” (R.Denktaş) Hayal kırıklığı çok uzun sürmez.. 6 Ay sonra hayallerine ellerini uzatır. 13 Nisan 1968 günü Kıbrıs’a geri döner. ”1968 Nisan’ın 13’ü Kıbrıs’a dönüş.Herkes için bir bayram günü ama benim için bir başka bayram.Mücahit olacağım.Benin bayramım bu.Erdinç 20’inci bölükte.Ferahzat’ın bölük,22’inci.Komutanı Ergül Uysal.Erdinç “22’ye git.Digilag seni alır” diyor.28 Nisan benim en mutlu günüm.22’inci bölük benim evim.Ayandon,Simsar,Kör Hasan ,Ama’nın Bahça..Topçu mevzilerinde yaptım mücahitliği,karargahta değil.Bu komutanlarıma,arkadaşlarıma zevk ve kıvanç verdi,ama en çok bana.” (R.Denktaş) Raif Kıbrıs’a döndüğünde 17 yaşında gönüllü mücahittir. Hem de babasına sormadan öğrenci arkadaşları gibi hudutlarda, zor koşullarda görev yapar.. Ulusal kurtuluş mücadelesinde bir neferdir şimdi. Her şeyden çok sevdiği toprağına, vatanına ve arkadaşlarına kavuşmuştur. 22.Bölük Kıbrıs Türk tarihinde önemli bir sayfaya da yer açıyordu. Çünkü bir yandan askerliğin en sert kurallarını işletirken diğer yandan müziğin de en melodik notaları çınlıyordu. Daha sonra Sıla 4 adına alacak Bayrak Kuartet 22’inci bölükte hayat buluyor,Bölük karargahının bodrumunda grup elemanları çalıyordu. Bölük Komutanı Ömer Asım gücü elverdiği ölçüde gruba destek oluyordu.Ömer Asım’ın dan sonra göreve getirilen Ergün Uysal da grubun çalışmalarına verdiği desteği sürdürdü.. 1968-69 yıllarında 22. Bölükte er olarak mücahitlik görevini yapan Raif Denktaş, öğrenci mücahit olarak İngiliz Kolejinden mezun olur. Kader rotayı yine aynı noktaya çevirir. Ankara.. Bu kez adres ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi’dir. Raif bir yandan öğrenimini sürdürürken diğer yandan da gazetecilik için önemli adımlar atıyordu. Muhtelif gazetelerde ve dergilerde Atatürkçülük üzerine düşünce yazıları ve çeşitli sorunları inceleyen makaleler kaleme aldı.Atatürk ilkelerinin yılmaz bir savunucusu oldu. Müzikse geride kalmamıştı. Aydın Kalaoğu Erdinç Gündüz ile “Kıbrısım” ve “Dolama” şarkılarının yer aldığı 45’lik plak çıkarmışlardı ve bunun yankılarını yaşıyordu. Raif Denktaş Ankara’da da Aydın ve Erdinç ile aynı evde kaldı. Erdinç Gündüz’ün sayesinde bir plak şirketinin sahibi ile tanıştılar. Bu Bayrak Kuartet için de dönüm noktasıydı. Raif Denktaş ve Grup üyeleri Tunalı Hilmi Caddesi’nde bulunan evlerine plak şirketinin yetkililerini konuk ettiler. Grubun şarkılarının çoğu Kıbrıs ağzındaydı ve değiştirilmemeliydi.Parçaların özünü değişterecek hiç bir müdahale kabul edilemezdi. Kıbrısım,Dolama,Kıbrıs Gelini,Ölüm Allah’ın Emri;yine Seni İsterdim Ben,Gelmedin,Garanfil şarkıları çalındı. Plak şirketinin sahibi ve prodüktörleri çok etkilenmişti. Kıbrıs ağzına yönelik itirazlar da olsa grubun istediği oldu. İlk etapta dört plaklık anlaşma sağlandı. Ancak Kıbrıs için çok şey ifade eden Kuartet isminin Türkiye’de nasıl bir etki yaratacağı konusunda kuşkular vardı. Bu sorun bir gecede tesadüfen ve aniden çözüldü. “Yine Seni İsterdim Ben” adlı şarkının söz yazarı Tevfik Ünver,Raif’in Ankara Koleji’nden arkadaşıydı.Grubun adının Sıla 4 olarak değiştirilmesini önerdi. Herkes bu anlamlı ismi benimseyince satışa sunulacak plaklarda Sıla 4 isminin kullanılmasına karar verildi. Raif 197’li yılların ilk başlarında müziğin yanı sıra Kıbrıs Türk folkloru üzerinde çalışmalar yaptı. Arkadaşlarıyla yerel destanları ve bu konu üzerine çalışmalarda bulundu. Yerel özgün müziklere öncülük etti. İşte bu dönemde hayatında büyük bir değişiklik oluyor,yüreğine sevda ateşi düşüyordu. Buğulu gözlerin,şiirlerin,yazılarının kaynağı Mesudiye Elif Emre adlı bir kızdı.. “Ayrılık akşamdan olaydı Şimdilik. Uçan kuşun ötmez olduğu, Ayın güneşe vurulduğu Uyumadağım akşamlar. Ve her sabah, Seni getirseydi de, Bitmesiydi aşkımız Akşam olmadan..” Şiirdeki gibi korktuğu olmadı,aşkı akşam olmadan bitmedi.Mesudiye ile 1973’de evlendi. İleriki yıllarda evliliğinden Rauf ve Canpolat isimli iki oğlu Pınar isimli de bir kızı dünyaya geldi. Evliliğinin hemen ardından üniversite hayata kesintiye uğrar. İbre bir kez daha Lefkoşa’ya gösterir. Tek kişi olarak ayrıldığı Ada’dan baba ocağına iki kişi olarak dönecektir. Dönüşte yazılarını Zaman Gazetesi’nde kaleme alır.Görüşlerini makaleler yoluyla okuyucuya ulaştırır. Ancak zaman sadece düşünme değil eylem zamanıdır da. Yunan cuntasının öncülüğündeki 15 Temmuz darbesi Kıbrıslı Türkler için bir kabusa dönüşüyor ve artık gözler ufukta Türk askerini bekliyordu. Raif Denktaş da mevziidedir. ”1974’ün 20 Temmuz sabahı gene 22.Bölük’te karşıladık Türk jetlerini.Havan takımı komutanı Esat Varoğlu yanında KTÖS Başkanı Turgut Mustafa ile kucaklaştık.Sonra ateş yağmuru. Turgut “Sosyalist bir düzenin şafağı” dedi.Ben de “Yeter ki Türk olsun” dedim.Anlaştık.Gönüllerimizin bir olmaması için bir sebep yoktu.Soluyla,sağıyla böyle karşıladı bu toplum 20 Temmuz’u.Geleceğe dönük kutlu duygularla ve gönül gönüle,omuz omuza(...) O günlerde bir Yorgozlu Sami’yi tanıdım.Kolundaki kurşun yarasına aldırmadan hastaneden kaçıp mevzisine dönen ve bu yüzden kangren olan kolunu kaybeden.Bir rahmetli Nevzat Pusat’ın el bombasından parçalanmış elinden tuttum.,onun şahsında kahramanlığın ne demek olduğunu gördüm.Bir Doğan Akpınar’ın koskoca bölüğe nasıl soğukkanlılıkla hakim olduğunu,bir Kasap Ahmet’in ,Bulgur’un nasıl yiğit silah arkadaşları olduklarını gördüm,Ersoy Çavuş’la ölüme gittim.Ta 58’lerden 74’lere bir ömürdür bu.” (R.Denktaş)
Total Pageviews
Monday, August 31, 2009
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
A Flowchart for Choosing Your Religion
Looking for a JOB - How to Be the Next Hire
Making You the Most Viable Next Hire
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Being flexible, creative and adaptable in today’s economy is the cornerstone to survival. The job search is no different and, with unemployment rising, requires just as much vigilance. One way you can keep your options open and make yourself even more marketable is by considering Consulting in addition to your quest for full-time employment. Often perceived as an “either-or” scenario, Consulting offers you just as many benefits as it does your “would be” employer:
Track record of Fixing Problems?
Career wise, people typically fall into one of two categories: those who thrive on problem solving and the prospect of a new challenge –or- someone who is exceptionally good at steering the ship once it is on course. If the thought of fixing something that is broken appeals to you (versus has you thinking about reaching for the Tylenol), then Consulting might be an avenue to explore.
A More Flexible Interview
Quite often, what a company needs is someone to tackle a specific problem, not a new full-time employee. Identifying this in the interview and being able to present yourself as the solution to their problem (at a lower cost), can ultimately create a job tailor made for you and your skill set. No one can compete against that.
Dating Before Marriage
A consulting engagement can give you the opportunity to see if this company is a nice place to visit or a great place to live. The only thing worse than a prolonged job search, is ending up in a position that results in you being unemployed again in 6-12 months. Consulting lets you do more due diligence than you could ever accomplish in an interview.
“Consulting” on Your Resume
To many recruiters, seeing “consulting” as your current role without any clients/engagements is just a way to dress up being out of work. But, with a list of key accomplishments at those engagements, you show that you are in demand, have more control over your search and are broadening your experience. The latter is extremely important if you are looking to transition industries.
Change Agent
For companies looking to make some sort of change internally (and you should like this if you have a track record of fixing problems), consulting is a more preferred approach versus hiring a permanent employee. It is much easier to come in as a consultant, effect the course correction and then hand it off to the internal leadership.
Money
Besides the obvious benefit of having income during your search, it also gives you breathing room to be more objective in selecting your next job.
It’s Easier to Find a Job When You Already Have One
So much of what makes this true is that fact that when you are employed, you tend to be a bit more objective because you have a “bird in hand.” Consulting (in addition to easing that financial strain, which helps here) can provide the self-assurance that comes along with being employed, which can get whittled away while unemployed.
Presenting yourself as a viable consultant or full time employee isn’t mutually exclusive. Rather, they are simply two sides to the same coin. For the companies where you interview, this will only make you more viable and versatile in your eyes. For you, there is nothing to lose. The worst thing that happens here is you generate some income to inevitable financial strain of your job search. On the other hand, you might just find through this process that you discover your next career move.
Bağdat Caddesi
Gel de parmaklara hakim ol, yapma bir Caddebostan, Bağdat Caddesi nostaljisi şimdi!...diğer bir deyişle 'Karşı taraf' . Cok uzun seneler yazları gittiğim, son yıllarda ise her Türkiye'ye gittiğimde kaldığım Istanbul'un bir başka eşşiz köşesi.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
1960'lı 70'li yıllarda köşkleriyle, bahçelerinden salkım salkım sarkan ortancalarıyla, billur gibi denizliyle, 'sayfiye' yeri olmasıyla meşhur Erenköy, Suadiye, Caddebostan.
Dükkanların az, ağaçların çok olduğu, bunca yıl geçmesine rağmen hala güzelliğini koruyan Bağdat Caddesi. On, onbir yaşımdan itibaren yazlarım geçti oralarda. Sokaklarda oynanırdı o zamanlar, öyle pek araba filan geçmezdi. Doyasıya bisiklete binilir, el birakarak gitmek büyük marifet sayılır Erenköy, Saskınbakkal, Göztepe bisikletle rahat rahat gidilir dönülürdü. Deniz için bazı sokakların denize vardıkları noktalarda bulunan kayıkhanelerden saatlik ücretle kayık kiralanır, kadın erkek kürek çekmeyi bilir, kayıktan denize girilirdi. Bazı gençler dalıp iskele ayaklarından midye toplar bazıları ise sığ kumda zıpkınla vatos avlarlardı. Sokaklardan dondurmacılar geçerdi o zamanlar. Simdiki gibi binbir çeşit ne gezer 'Dondurma, Kaymaaak' diye bağıran dondurmacının küçücük arabasında sadece kaymaklı ve limonlu dondurma olur, bazen ise çeşit olsun diye vişneli bulunurdu.
Caddebostan Plajı'nın yanı sıra bir de üyelikle girilebilen klüpler vardı. Marmara Yelken Klubü başta olmak üzere, Balıkadamlar, Caddebostan Yat Klübü ve İstanbul Yelken. Eğer bunlardan birine üyeyseniz veya üye bir arkadaşınız varsa bazı sporları yapma veya izleme olanağınız olur, voleybol, ping pong oynar, kıyıdan yelkenlilerin yarışlarını izlerdiniz. Denizin ortasında ise köfteciler vardı. Bunlardan aklımda kalanı ise mayomuzun kenarına sıkıştırdığımız parayla yüzdüğümüz, veya kayıkla yanaştığımız 'Fıştak'tı. Dönerken yüzülüyorsa demirlemiş kayıklara tutuna tutuna, dinlene dinlene yüzülürdü.
Akşamüstüne doğru herkesi bir 'piyasa' heyecanı alırdı. Saçlar yıkanır, bildiğımız ütüyle ütülenerek düzeltilir, ve (Bağdat) Cadde'ye binbir tur atmaya çıkılırdı. Bir aşağı, bir yukarı. Parkur ise genellikle Santral Durağı'ndan Saşkınbakkala kadardı. O zaman 'cafe' adeti bir elin parmaklarını geçmez, 'Borsa'da yer bulabilmek için hızlı davranmak gerekir, 'Divan' ise gençlere çok pahalı geldiğinden ancak hafif 'yaşı geçmiş'lerin duraklama mekanı olurdu. Hali varaba sahiakti oldukça yerinde olan birkaç genç ise bir aşağı bir yukarı arabayla giderek Mustang veya Corvette'leriyle gelene geçene hava atarlardı.
Geceleri ise açık hava sinemalarının keyfine doyulmazdı. Caddebostan'daki Ozan Sineması'nda genellikle Türk filmleri oynar, çıkınca biraz aşağıda, Caddebostan Maksim Gazino'sunun (MIGROS)yakınındaki büfe'de 'zümküfül' yenirdi (Bir çeşit sosisli sandoviç ) Yabancı filmlerin mekanı ise Budak Sineması'ydı (Şimdiki CKM). Yastıgını kapıp tahta iskemlelere yerleştirdikten sonra, çekirdeğini çıtlatarak izlenirdi filmler. Bazen bu sinemalarda Cem Karaca gibi o zamanın ünlü sesleri konserler verir, bazıları ağaç tepelerinden konser izlerdi.
Sonra sonra o köşkler birer birer yıkılmaya, yerlerin uzun uzun binalar dikilmeye, Cadde'deki evlerin yerlerini dükkanlar almaya, arabalar çoğalmaya, faytonlar yok olmaya, tekerlekli dondurmacıların yerini Algida'cılar almaya başladı. Ama ne mutlu ki tüm büyümeler, kalabalıklaşmalar rağmen 'Cadde'yi bozmayı başaramadı! O hala 'Cadde', İstanbul'un ,Türkiye'nin en güzide caddesi hala boydan boya yürümekten zevk aldığım, bir yerde oturup geleni geçeni izlemenin keyfini her yıl bir iki hafta yaşayabildiğim bir yer.
Galata' ya dogru...
The best way to improve health care requires physicians and other stakeholders
My honest approach for how to improve the care is to support a methodology such as being self-serving. I would like to start a program to introduce a software-based point-of-care tool for obtaining patient feedback. This real time information can be used with clients to positively impact the patient experience, nurse engagement, physician (soft skills) competence and overall quality. In my perspective the criteria for fulfilling the demand for finding the best way to improve healthcare is that it need be simple to implement, impactful and cost effective. The most impact to healthcare improvement will come from process improvement and healthcare provider recruitment AND retention. The by-products will be reduced cost of care and improved patient satisfaction. This applies to hospitals and private practices. Based on current studies and the economy, supplying adequate healthcare to the community is already tough and is going to get more challenging. Recruiting sufficient healthcare coverage will boost revenue and provide some improvement to patient satisfaction (wait time and access). However, failure to retain the medical staff will significantly hurt the outcome. With high demand and low supply, it will be well worth the time and money to present "we have the greenest pastures here". The method mentioned above may be called such as point-of-care through successful implementations that may turn in to popular key parts of process improvement. You need to have some feedback from the patients and the physicians in order to measure the processes that should be or are currently being improved. In order to achieve this you have to create the acronym HOSPITAL to help those in Healthcare recall the numbers of different types of inefficiencies in any medical facility. Those who have been exposed to Six Sigma and Lean have an appreciation for improvement opportunities and generally view things through differently trained eyes that can see within all those facilities. Publishing the results of the similar programs online may offer a transparent access to the consumers to monitor these inefficiencies. Welcoming any feedback relative to this and encourage your staff to consider this method or similar training methods for their teams will be highly critical for the outcome. We have to understand that it is impossible to solve a problem that we are unaware of. By providing even the most basic tools at the lowest level possible, these problems have a way of surfacing. While everyone recognizes that healthcare systems and organizations need to improve, I think not enough time is spent on firstly identifying the key stakeholders, and secondly properly ENGAGING them. I strongly believe that not enough time is spent trying to engage physicians in this process. In my experience too many of these "improvement strategies" are top-down decisions by non-clinical managers who failed to conduct any research into what physicians might want or what stumbling blocks there are/were to get them to adopt the new technologies. EMR/EHR/CPOE are prime examples - all of these require a breakdown in the normal activity flow of providers, as it requires them to either find and log on to a terminal or carry a bulky instrument. Almost all clients and colleagues I have worked with resent and resist those methods. And look how few MDs are part of Healthcare consulting firm teams. IMHO, I believe more energy should be spent engaging rather than alienating MDs as a first step, then doing the same for patients in order to get buy in from the two key stakeholders as I see it. I've always found that engaging these stakeholders on projects from the beginning results in more buy-in and most importantly, better recommendations/outcomes (a better product).
No comments:
Post a Comment